Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.
(Tirmizî, Sünen, Fiten 9)



EHLI TARIKIZ BİZ

ÜLFET(OSMAN NURİ TOPBAŞ)

ÜLFET

- Osman Nûri Topbaş

 

   "Eğer ben o vakit,
   senin iç âlemindekilerden bir parça söyleseydim,
   ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi.
   Kedi önündeki fare gibi mahvolurdun!"
   Hazret-i Mevlânâ
   
   
Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve bediî heyecanlar netîcesindedir.
Hazret-i Âdem'in, bilinen zelleyi, yani gayr-i iradî hatayı irtikâb etmesi, onun cennetten dünyaya gönderilmesine sebep olmuştur. Bu yeni mekânda neslinin çoğalıp bir imtihana tabî tutularak, bir kısmının ancak hak kazanma netîcesinde tekrar cennete döndürülmesi, insanın ahsen-i takvîm şerefine nâiliyeti içindir. Ancak bu şeref ve değerin artması için Cenâb-ı Hakk insanı "nefs" ile techîz etmiştir. "Nefs", ulaşılacak netîcenin şeref ve değerini arttıran muazzam bir engeldir.
   İnsanları, istihkâk ile kendi rızâsına ve cennete dönmenin cehdine me'mur eden Cenâb-ı Hakk, onların önüne koyduğu nefs engelini aşmanın imkân ve vasıtalarını da lutfetmiştir. Bunların başında, "peygamberler" gönderilmesi ve onların beşere hizmetini kıyâmete kadar devam ettirecek "evliyâ" ve "ulemâ" silsilesinin devamının sağlanması gelir.
   ***
   Hazret-i Mevlânâ , aşağıdaki hikayesinde "nefsin varlık hikmeti"ni temsîlî bir şekilde şöyle anlatır:
   "Ata binmiş bir emîr, ağaç altında uyurken ağzına kara bir yılan giren bir kişi gördü. Yılanı ürkütüp kaçırmak için atını sürdü ise de başaramadı."
   "Bunun üzerine emîr, uyuyan adamı fecî ve hazîn âkıbetten kurtarmak için, bütün san'at ve maharetini kullanmağa başladı."
   "Adama var gücü ile birkaç kamçı vurdu. Adam, acı ile yerinden sıçradı ve dayak yediği emirden korku ve endişe içinde kaçmağa başladı."
   "Emîr, adamın peşini bırakmadı ve onu bir elma ağacının altında yakaladı. Ağaçtan düşen çürümüş, kokuşmuş elmaları adamın boğazına sokarak ona zorla yedirmeye başladı. Bir taraftan da:
   "- Ey dertli bîçare, hepsini yiyeceksin! Bu çileye katlanacaksın!" diyordu."
   "Adamcağız ise, dehşet, hayret ve şaşkınlık içinde emîrine hitaben:
   "- Ey emîr! Ben sana ne yaptım ki?.. Bana kasdın ve bu zulmün sebebi ne?. Eğer benim hayatımda senin aslî bir düşmanlığın varsa, bir kılıç vur da kanımı dök!
   Seni gördüğüm an, ne uğursuz bir zamanmış!.. Senin yüzünü görmeyenler ne bahtiyar insanlarmış!.. Cinayetsiz, günahsız bir insana, bu zulmü, en büyük zâlimler bile yapmaz..    Görüyorsun, bu sözleri söylerken bile ağzımdan kan fışkırıyor!.. Yemîn ederim ki senin kadar acımasız ve insafsız birini görmüş değilim!..
   Ey Rabbim, bu zâlimin cezâsını sen ver!.." diyerek lanetler yağdırıyordu."
   "Ancak emîr, bu sözlere aldırmadı. Üstelik:
   "- Bu ovada koş bakalım!" diye kamçılamasına devam etti."
   "Adamcağız, emîrin korkusundan ve kamçı acılarından rüzgâr gibi koşmaya başladı. Arada bir yere kapaklanıyor, fakat yediği kırbaçlarla yeniden ayağa kalkıp koşuyordu. Zavallının mîdesi çürük elmalarla dolmuş, kamçılardan, yüzü gözü yara-bere içinde kalmıştı."
   "Buna rağmen emîr, onu uzun bir müddet hiç durmadan koşturdu, durdu. Adamcağızın yorgunluktan adım atacak hâli kalmadı. Sıhhati bozuldu. Daha fazla dayanamadı, safrası kabardı ve kusmağa başladı."
   "Yediği her şey zoraki bir tazyikle ağzından çıkıyordu. Nihâyet çürük elmalarla berâber, içindeki kara yılan da dışarı fırlayıverdi."
   "Bir anda şaşıran adamcağız mîdesinden çıkan yılanın korkunçluğu karşısında dehşete kapıldı. Derhal o sâlih emîrin önünde yerlere kapandı. Dedi ki:"
   "- Hakîkaten sen, Cebrail'in rahmeti gibi gelmişsin! Meğer benim velînimetim imişsin!"
   "Seni gördüğüm saat, ne mübarek zamanmış! Eğer sen olmasaydın ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim. Sen bana hayat bahşettin."
   "Senin yüzünü görene, yâhud ansızın senin mahallene gelene ne mutlu!"
   "Ey tertemiz ve övülmeğe layık olan has kul! Cehalet ve gafletim, bana, sana karşı ne kadar saçma-sapan sözler söyletti. Onlardan dolayı beni affet!"
   "Eğer bu hâli birazcık bilmiş olsaydım, münasebetsiz sözler söylemezdim. Sen hastasının şifası için ona acı ilaç veren kudretli bir hekim olduğunu gizledin. Bunu bana azıcık açsaydın, seni överdim. Fakat sen susuyor, coşup köpürüyor ve bir şey söylemeden başıma vuruyordun! Neticede başım sersemledi, aklım başımdan gitti de bilmeden sana neler söyledim. Beni bağışla; söylediklerimi gafletime ver!"
   Mübârek ve firâsetli emir dedi ki:
   "- Eğer ben o vakit, senin iç alemindekilerden bir parça söyleseydim, ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi."
   "Kedi önündeki fare gibi mahvolur, kurda karşı kuzu gibi fâni olurdun..."
   "O kara yılanın nasıl dehşetli olduğunu sana bildirseydim, korkudan o anda perişan olurdun!"
   "Eğer sen içindeki o cânavarı bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusarak o kara yılanı çıkarmaya..."
   "Ben senden işittiğim uygunsuz sözlere sabrediyor, içimden de: "Yâ Rabbî! Yılanın çıkmasını kolaylaştır! Bu biçareyi hâlâs eyle!" diye dua ediyordum. Sen bana acı şeyler de söylesen, benim gönlümdeki ilâhî merhamet, seni o hâlde bırakmaya razı olmadı. Çünkü benim hilkatim mâye-i merhametle yoğrulmuştur."
   "Bu Allah dostunun hakikatini anlayan adamcağız, ne diyeceğini bilemiyor şöyle diyordu:"
   "- Ey yüce kişi! Bu zayıfın sana lâyıkıyla teşekküre mecali yok! Senin bu hayırlı işini Allah mükâfatlandırsın!.."
   "Anladım ki, ehl-i irfanın verdiyi zehir bile cânlara safâ, rûha gıda bahşetmektedir..."
   ***
   Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurmuştur ki:
   "İçinizdeki düşmanı açıklayacak olsam, cesûrların ödü patlar; ne bir yolda gidebilir, ne de bir iş becerebilirdi; çaresizlik içinde kıvranırdı. Ne vücudda ibadete kuvvet, ne kalbde takat, ne de seyr-i sülûke mecal kalırdı. O hâlde ben sizi, sükûtla, içinizdekini dışınıza vurmadan terbiye ederim..."
   Peygamber Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- böyle olduğu gibi, O'nun vârisleri bulunan evliyaullah da böyledir. Onlar da bildikleri her doğruyu muhâtabın menfaati îcâbı söylemez ve susarlar. Ayrıca muhatablarının kalblerindekini açığa vurmaz, ayıpları setrederler. Sözden ziyade fiil ve hareketleri ile terbiye ederler. Ehlullah hazerâtı, demir gibi sertleşmiş ve taşlaşmış kalblere de maneviyâta istîdadı varsa, Hazret-i Davud'un demiri yumuşattığı gibi te'sir ederler.
   Ebû Derdâ Hazretleri, Şam'da kadılık yapıyordu. Bir gün şehri dolaşırken, halkın, kötü ve ağır sözlerle bir günahkâra hakaret ettiklerine şahid oldu. Onlara sordu:
   "- Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, ne yaparsınız?"
   Oradakiler:
   "- İp sarkıtır, kurtarmaya çalışırız!" dediler. Bunun üzerine Ebû Derdâ Hazretleri:
   "- O hâlde bu günah kuyusuna düşmüş adama niçin merhamet etmiyorsunuz? Ona da bir seâdet ipi hazırlayıp içine düştüğü felaketten kurtarmaya baksanıza!" dedi.
   Birisi sordu:
   "- Allah Teâlâ, günahkârları cehennem ile tehdîd ederken siz bu günahkâra düşmanlık duymuyor musunuz?"
Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in terbiyesinde yetişmiş bulunan güzîde sahabî, bu suâle şöyle cevap verdi:
   "- Evet düşmanlık duyuyorum; fakat ben onun şahsına değil, yaptığı çirkin fiillere düşmanım..."
   Hazret-i Mevlânâ'nın, yaratandan dolayı yaratılanlara sevgi, muhabbet ve şefkatin derinleştirdiği hissiyat ile Rabbine olan münâcaatı ne güzeldir:
   "Rabbim! Eğer senin merhametini yalnız salihlerin ümîd etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?.."
   "Ey ulu Allah'ım! Eğer sen yalnız has kullarını kabûl ediyorsan, suçlular kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak ki sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)"
   ***
   Hazret-i Mevlânâ'nın hikayesinde zikri geçen uyuyan insan, insan-ı gâfildir. Ağzına giren kara yılan, nefs-i emmâredir. Emîr ise, mürşid-i kâmildir. Onu uykuda iken kamçılayarak döve döve uyandırıp kırda bayırda koşturması, riyâzat ve mücâhededir. Yılanın çıkışı da, nefs-i em-mâreden kurtuluştur.
   Mukaddes Tuvâ vâdisinde Allah Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm- ile konuşurken ona, sağ elinde bulunan şeyin ne olduğunu sordu. O da:
   "- O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır." (Taha, 18) şeklinde cevap verdi.
   Bunun üzerine Allah Teala:
   "Yere at onu, ey Mûsâ!" (Taha, 19) buyurdu.
   Bazı müfessirler, işarî manada bu ayetin, Hazret-i Mûsâ'nın iç dünyasına âid bir irşâd sadedinde olduğunu beyan etmişlerdir.
   Mûsâ -aleyhisselâm-, izafetleri (fânî alâkaları) zikredince, Allah -celle celâlühü-, bunların atılmasını emretti. Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan olarak temessül etti. Hazret-i Mûsâ'ya nefsin hakîkati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Ona denildi ki:
   "- Ey Mûsâ, işte bu yılan, Allah'dan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu vasıf şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan kaçar."
   Diğer bir işarî mânâda "Asanı at!" diye emrolunması;
   "Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asaya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şey olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terkdir. Her türlü taleb ve istekten vazgeç!.," şeklinde îzah edilir.
   Nitekim Te'vîlât-ı Necmiyye'de denilmiştir ki:
   "Hakk'ın nidasını işiten ve O'nun cemalinin nurunu gören kişi, Allah'tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah'ın fazl ve kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularından sıyrılır."
   Yûsuf -aleyhisselâm-, Züleyha'nın desîselerine uğrayınca, kendisinde gayr-i iradî bir meyil başladı. O anda Allah -celle celâlühü-, Hazret-i Yûsuf'a burhanını gösterdi. Odanın tavanı yarıldı. Ve Hazret-i Ya'kûb'u gördü ki, parmağını ısırıyordu. Bir de yanında bir şahıs peydâ oldu. O şahıs:
   "- Ey Yûsuf, sağa bak!" dedi.
   Yûsuf -aleyhisselam- sağına bakınca, kocaman bir yılan gördü.
   Hazret-i Yûsuf'a eşyanın hakikati, nefsanî fiillerin hakîki sûretleri gösteriliyordu. Nefsin fiilleri, en çirkin şekilde müşahhas bir hâle getiriliyordu. İğreti sûretler kaldırılıyor, hakîki veçheler görünüyordu. Aradan perdeler kalkmış, Rabbin ilâhî tecellilerinin ve eşyanın esrarı ayân olmuştu.
   Rabbin burhanı, yani imdâd-ı ilâhî yetişince, Yusuf -aleyhisselâm-, nefs ve kadın şerrinden hâlâs oldu.
   Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
   "Cennet, nefsin sevmediği şeylerle, cehennem ise, şehvetlerle çevrilmiştir."
   Nefs engelini aşabilmek; peygamberlerin ve inkıtasız (kesintisiz) gelen ve peygamber vârisleri olan evliyâullahın elinden tutmak, onlara bey'at etmek ve onların terbiyelerine teslîm olmakla mümkün olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
   "Allah'ın eli, onların eli üstündedir." (el-Feth, 10) âyetindeki "onların eli"nden maksad, Allah'a bey'at eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ashâbının elleridir. Aynı şekilde ehlullahda, hatta âciz bir dervişde bile, elden ele Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e ve o vasıta ile Allah'a bey'at vardır. Böylece o ellerin üzerinde olan da Cenâb-ı Hakk'ın yed-i kudretidir. O hâlde, Allah'ın yed-i kudretine ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yed-i bey'atine vâsıl olan kamiller de fevkalâde işler görebilir. Fail-i Mutlak, Cenâb-ı Hakk'dır. Evliyâullah da, bu tasarrufa me'zün ve salahiyyeti olanlardır.
Aşkın hakîkîsi ve mecâzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah -celle celâlühû- sevgisinden ibarettir. Mecazîsi ise, mahlûkattan birine bağlılıktır. Âşık, tek bir varlığa bağlandığı için, diğer bağlantılardan kurtulmuştur. Çünkü, sevgiden başka bir şey düşünmez ve görmez. Mecnûn, son zamanlarda öyle bir hâle geldi ki, dostu, düşmanı, kendisini, hatta Leylâ'yı bile tanıyamaz oldu. Kendini Leylâ farzetmeğe başladı.
   Hazret-i Mevlânâ bu husûsda buyurur:
   "Allah, bir ten aşkından (yani, Leylâ yüzünden) Mecnûn'u dost ve düşmanı fark etmeyecek bir hâle getirmiştir."
   Peygamber aşığı Fuzûlî de, meşhur Su Kasîdesi'nde Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'i hiçbir gül ile kıyaslayamaz ve şöyle der:
   Suya virsün bağban gülzarı zahmet çekmesün
   Bir gül açılmaz yüzün,tek virse bin gülzare su
   (Bahçıvan gül bahçesini sulamak için boş yere zahmet çekmesin! Zîra, bin tane gül bahçesi sulasa, (yâ Rasûlallah, yine de) Sen'in yüzün gibi bir gül hiçbir zaman açılmaz!..)
   Hazret-i Mevlânâ , bu muhabbeti şöyle dile getirmektedir:
   "Cenâb-ı Hakk, bir yudumcuk ilâhî muhabbete öyle bir hâssa vermiştir ki, ondan nasîb alan, iki âlemin endişesinden kurtuluşa erer."
   ***
   Yani, ilâhî muhabbet ile mest olan kimse, âleme hased etmekten, halkın ayıp ve kusurunu görmekten âzâd olur. Böylece kâmilleşir. Ve menzil-i maksûduna erer. İşte bu da, aşk-ı sâfî, hubb-i ilahîdir.
   Bir mürşid-i kâmil, ilâhî tasarrufla mürîdlerini kendine bağlar, onları süflî alâkalarından kurtarıp ulvî bağlantılarda derinleştirir. Böylece kendisi, ilâhî aşkın basamağı olur.
Şeyh Sâdî Gülistan'ında mürşid-i kâmilin bu tasarrufunu şu hikâye ile anlatır:
   Birgün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parçası verdi.    Kile sordum:
   "- A mübarek, sen misk misin, anber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum." dedim.
   Kil bana şöyle cevap verdi:
   "- Ben bir gülün toprağıydım. O gülün yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim üzerime ağlayarak damlardı. Ben bu yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında alelâde bir kilim.. Bu koku onundur.."
   Cenâb-ı Hakk, kâinatı insân için yarattı. Karada, denizde ve havada bütün eşyayı, insanın emrine âmâde kıldı. Buna mukabil, dağların ve göklerin taşıyamayacağı ilâhî emâneti, insan yüklendi.
   İnsan, kendisine ve kainat manzumesine ibret nazarı ile baktığı zaman, dünya hayatını nasıl yaşayacağını düşünmeğe mecburdur. Ciddî yaşaması îcab eden her insanı, hayatta en çok alâkadar eden gerçek, "ölüm" hâdisesidir. O muhteşem vedâ, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. "Ölüm", dünya hayatında sadece et ve kemikten meydana gelen toprak yapısını, yani nefsanîliğini geliştirip, ruhanî yapısını cılızlaştıranlar için, ne hazîn bir sondur!
   Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, dünya hayatını târif eden bir hadîs-i şerîfinde:
   "Dünya benim neme gerek?.. Benim hâlim, dünyada bir ağaç altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden binitli bir yolcuya benzemektedir." buyururlar.
   Ya Rabbî, muhabbetin ve rızan, seâdet cennetlerimiz olsun!
   Amîn!.

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol