ÜLFET
- Osman Nûri Topbaş
"Eğer
ben o vakit,
senin
iç âlemindekilerden bir parça söyleseydim,
ödün
kopardı. Korku, seni helâk ederdi.
Kedi
önündeki fare gibi mahvolurdun!"
Hazret-i
Mevlânâ
Bir zaferin
şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve bediî
heyecanlar netîcesindedir.
Hazret-i Âdem'in, bilinen zelleyi, yani gayr-i iradî
hatayı irtikâb etmesi, onun cennetten dünyaya
gönderilmesine sebep olmuştur. Bu yeni mekânda neslinin
çoğalıp bir imtihana tabî tutularak, bir kısmının ancak
hak kazanma netîcesinde tekrar cennete döndürülmesi,
insanın ahsen-i takvîm şerefine nâiliyeti içindir. Ancak
bu şeref ve değerin artması için Cenâb-ı Hakk insanı "nefs"
ile techîz etmiştir. "Nefs", ulaşılacak netîcenin şeref
ve değerini arttıran muazzam bir engeldir.
İnsanları,
istihkâk ile kendi rızâsına ve cennete dönmenin cehdine
me'mur eden Cenâb-ı Hakk, onların önüne koyduğu nefs
engelini aşmanın imkân ve vasıtalarını da lutfetmiştir.
Bunların başında, "peygamberler" gönderilmesi ve onların
beşere hizmetini kıyâmete kadar devam ettirecek "evliyâ"
ve "ulemâ" silsilesinin devamının sağlanması gelir.
***
Hazret-i
Mevlânâ , aşağıdaki hikayesinde "nefsin varlık
hikmeti"ni temsîlî bir şekilde şöyle anlatır:
"Ata
binmiş bir emîr, ağaç altında uyurken ağzına kara bir
yılan giren bir kişi gördü. Yılanı ürkütüp kaçırmak için
atını sürdü ise de başaramadı."
"Bunun
üzerine emîr, uyuyan adamı fecî ve hazîn âkıbetten
kurtarmak için, bütün san'at ve maharetini kullanmağa
başladı."
"Adama
var gücü ile birkaç kamçı vurdu. Adam, acı ile yerinden
sıçradı ve dayak yediği emirden korku ve endişe içinde
kaçmağa başladı."
"Emîr,
adamın peşini bırakmadı ve onu bir elma ağacının altında
yakaladı. Ağaçtan düşen çürümüş, kokuşmuş elmaları
adamın boğazına sokarak ona zorla yedirmeye başladı. Bir
taraftan da:
"-
Ey dertli bîçare, hepsini yiyeceksin! Bu çileye
katlanacaksın!" diyordu."
"Adamcağız
ise, dehşet, hayret ve şaşkınlık içinde emîrine hitaben:
"-
Ey emîr! Ben sana ne yaptım ki?.. Bana kasdın ve bu
zulmün sebebi ne?. Eğer benim hayatımda senin aslî bir
düşmanlığın varsa, bir kılıç vur da kanımı dök!
Seni
gördüğüm an, ne uğursuz bir zamanmış!.. Senin yüzünü
görmeyenler ne bahtiyar insanlarmış!.. Cinayetsiz,
günahsız bir insana, bu zulmü, en büyük zâlimler bile
yapmaz.. Görüyorsun,
bu sözleri söylerken bile ağzımdan kan fışkırıyor!..
Yemîn ederim ki senin kadar acımasız ve insafsız birini
görmüş değilim!..
Ey
Rabbim, bu zâlimin cezâsını sen ver!.." diyerek lanetler
yağdırıyordu."
"Ancak
emîr, bu sözlere aldırmadı. Üstelik:
"-
Bu ovada koş bakalım!" diye kamçılamasına devam etti."
"Adamcağız,
emîrin korkusundan ve kamçı acılarından rüzgâr gibi
koşmaya başladı. Arada bir yere kapaklanıyor, fakat
yediği kırbaçlarla yeniden ayağa kalkıp koşuyordu.
Zavallının mîdesi çürük elmalarla dolmuş, kamçılardan,
yüzü gözü yara-bere içinde kalmıştı."
"Buna
rağmen emîr, onu uzun bir müddet hiç durmadan koşturdu,
durdu. Adamcağızın yorgunluktan adım atacak hâli
kalmadı. Sıhhati bozuldu. Daha fazla dayanamadı, safrası
kabardı ve kusmağa başladı."
"Yediği
her şey zoraki bir tazyikle ağzından çıkıyordu. Nihâyet
çürük elmalarla berâber, içindeki kara yılan da dışarı
fırlayıverdi."
"Bir
anda şaşıran adamcağız mîdesinden çıkan yılanın
korkunçluğu karşısında dehşete kapıldı. Derhal o sâlih
emîrin önünde yerlere kapandı. Dedi ki:"
"-
Hakîkaten sen, Cebrail'in rahmeti gibi gelmişsin! Meğer
benim velînimetim imişsin!"
"Seni
gördüğüm saat, ne mübarek zamanmış! Eğer sen olmasaydın
ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim. Sen bana
hayat bahşettin."
"Senin
yüzünü görene, yâhud ansızın senin mahallene gelene ne
mutlu!"
"Ey
tertemiz ve övülmeğe layık olan has kul! Cehalet ve
gafletim, bana, sana karşı ne kadar saçma-sapan sözler
söyletti. Onlardan dolayı beni affet!"
"Eğer
bu hâli birazcık bilmiş olsaydım, münasebetsiz sözler
söylemezdim. Sen hastasının şifası için ona acı ilaç
veren kudretli bir hekim olduğunu gizledin. Bunu bana
azıcık açsaydın, seni överdim. Fakat sen susuyor, coşup
köpürüyor ve bir şey söylemeden başıma vuruyordun!
Neticede başım sersemledi, aklım başımdan gitti de
bilmeden sana neler söyledim. Beni bağışla;
söylediklerimi gafletime ver!"
Mübârek
ve firâsetli emir dedi ki:
"-
Eğer ben o vakit, senin iç alemindekilerden bir parça
söyleseydim, ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi."
"Kedi
önündeki fare gibi mahvolur, kurda karşı kuzu gibi fâni
olurdun..."
"O
kara yılanın nasıl dehşetli olduğunu sana bildirseydim,
korkudan o anda perişan olurdun!"
"Eğer
sen içindeki o cânavarı bilseydin, ne elma yemeye
kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusarak o kara
yılanı çıkarmaya..."
"Ben
senden işittiğim uygunsuz sözlere sabrediyor, içimden
de: "Yâ Rabbî! Yılanın çıkmasını kolaylaştır! Bu
biçareyi hâlâs eyle!" diye dua ediyordum. Sen bana acı
şeyler de söylesen, benim gönlümdeki ilâhî merhamet,
seni o hâlde bırakmaya razı olmadı. Çünkü benim hilkatim
mâye-i merhametle yoğrulmuştur."
"Bu
Allah dostunun hakikatini anlayan adamcağız, ne
diyeceğini bilemiyor şöyle diyordu:"
"-
Ey yüce kişi! Bu zayıfın sana lâyıkıyla teşekküre mecali
yok! Senin bu hayırlı işini Allah mükâfatlandırsın!.."
"Anladım
ki, ehl-i irfanın verdiyi zehir bile cânlara safâ, rûha
gıda bahşetmektedir..."
***
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurmuştur ki:
"İçinizdeki
düşmanı açıklayacak olsam, cesûrların ödü patlar; ne bir
yolda gidebilir, ne de bir iş becerebilirdi; çaresizlik
içinde kıvranırdı. Ne vücudda ibadete kuvvet, ne kalbde
takat, ne de seyr-i sülûke mecal kalırdı. O hâlde ben
sizi, sükûtla, içinizdekini dışınıza vurmadan terbiye
ederim..."
Peygamber
Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- böyle olduğu
gibi, O'nun vârisleri bulunan evliyaullah da böyledir.
Onlar da bildikleri her doğruyu muhâtabın menfaati îcâbı
söylemez ve susarlar. Ayrıca muhatablarının
kalblerindekini açığa vurmaz, ayıpları setrederler.
Sözden ziyade fiil ve hareketleri ile terbiye ederler.
Ehlullah hazerâtı, demir gibi sertleşmiş ve taşlaşmış
kalblere de maneviyâta istîdadı varsa, Hazret-i Davud'un
demiri yumuşattığı gibi te'sir ederler.
Ebû
Derdâ Hazretleri, Şam'da kadılık yapıyordu. Bir gün
şehri dolaşırken, halkın, kötü ve ağır sözlerle bir
günahkâra hakaret ettiklerine şahid oldu. Onlara sordu:
"-
Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, ne yaparsınız?"
Oradakiler:
"-
İp sarkıtır, kurtarmaya çalışırız!" dediler. Bunun
üzerine Ebû Derdâ Hazretleri:
"-
O hâlde bu günah kuyusuna düşmüş adama niçin merhamet
etmiyorsunuz? Ona da bir seâdet ipi hazırlayıp içine
düştüğü felaketten kurtarmaya baksanıza!" dedi.
Birisi
sordu:
"-
Allah Teâlâ, günahkârları cehennem ile tehdîd ederken
siz bu günahkâra düşmanlık duymuyor musunuz?"
Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in terbiyesinde
yetişmiş bulunan güzîde sahabî, bu suâle şöyle cevap
verdi:
"-
Evet düşmanlık duyuyorum; fakat ben onun şahsına değil,
yaptığı çirkin fiillere düşmanım..."
Hazret-i
Mevlânâ'nın, yaratandan dolayı yaratılanlara sevgi,
muhabbet ve şefkatin derinleştirdiği hissiyat ile
Rabbine olan münâcaatı ne güzeldir:
"Rabbim!
Eğer senin merhametini yalnız salihlerin ümîd etmesi
gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?.."
"Ey
ulu Allah'ım! Eğer sen yalnız has kullarını kabûl
ediyorsan, suçlular kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak
ki sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)"
***
Hazret-i
Mevlânâ'nın hikayesinde zikri geçen uyuyan insan,
insan-ı gâfildir. Ağzına giren kara yılan, nefs-i
emmâredir. Emîr ise, mürşid-i kâmildir. Onu uykuda iken
kamçılayarak döve döve uyandırıp kırda bayırda
koşturması, riyâzat ve mücâhededir. Yılanın çıkışı da,
nefs-i em-mâreden kurtuluştur.
Mukaddes
Tuvâ vâdisinde Allah Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm- ile
konuşurken ona, sağ elinde bulunan şeyin ne olduğunu
sordu. O da:
"-
O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma
yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da
vardır."
(Taha, 18) şeklinde cevap verdi.
Bunun
üzerine Allah Teala:
"Yere
at onu, ey Mûsâ!" (Taha, 19) buyurdu.
Bazı
müfessirler, işarî manada bu ayetin, Hazret-i Mûsâ'nın
iç dünyasına âid bir irşâd sadedinde olduğunu beyan
etmişlerdir.
Mûsâ
-aleyhisselâm-, izafetleri (fânî alâkaları) zikredince,
Allah -celle celâlühü-, bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan
olarak temessül etti. Hazret-i Mûsâ'ya nefsin hakîkati
gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Ona denildi
ki:
"-
Ey Mûsâ, işte bu yılan, Allah'dan başka şeylere bağlılık
vasfının tâ kendisidir. Bu vasıf şekillenmiş bir sûrette
sâhibine gösterilince, ondan kaçar."
Diğer
bir işarî mânâda "Asanı at!" diye emrolunması;
"Artık
sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asaya
dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım
dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şey olması, nasıl
doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asâ
ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda
benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd
yolunda ilk adım, sebepleri terkdir. Her türlü taleb ve
istekten vazgeç!.," şeklinde îzah edilir.
Nitekim
Te'vîlât-ı Necmiyye'de denilmiştir ki:
"Hakk'ın
nidasını işiten ve O'nun cemalinin nurunu gören kişi,
Allah'tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah'ın
fazl ve kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin
arzularından sıyrılır."
Yûsuf
-aleyhisselâm-, Züleyha'nın desîselerine uğrayınca,
kendisinde gayr-i iradî bir meyil başladı. O anda Allah
-celle celâlühü-, Hazret-i Yûsuf'a burhanını gösterdi.
Odanın tavanı yarıldı. Ve Hazret-i Ya'kûb'u gördü ki,
parmağını ısırıyordu. Bir de yanında bir şahıs peydâ
oldu. O şahıs:
"-
Ey Yûsuf, sağa bak!" dedi.
Yûsuf
-aleyhisselam- sağına bakınca, kocaman bir yılan gördü.
Hazret-i
Yûsuf'a eşyanın hakikati, nefsanî fiillerin hakîki
sûretleri gösteriliyordu. Nefsin fiilleri, en çirkin
şekilde müşahhas bir hâle getiriliyordu. İğreti sûretler
kaldırılıyor, hakîki veçheler görünüyordu. Aradan
perdeler kalkmış, Rabbin ilâhî tecellilerinin ve eşyanın
esrarı ayân olmuştu.
Rabbin
burhanı, yani imdâd-ı ilâhî yetişince, Yusuf
-aleyhisselâm-, nefs ve kadın şerrinden hâlâs oldu.
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
"Cennet,
nefsin sevmediği şeylerle, cehennem ise, şehvetlerle
çevrilmiştir."
Nefs
engelini aşabilmek; peygamberlerin ve inkıtasız
(kesintisiz) gelen ve peygamber vârisleri olan
evliyâullahın elinden tutmak, onlara bey'at etmek ve
onların terbiyelerine teslîm olmakla mümkün olur.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Allah'ın
eli, onların eli üstündedir." (el-Feth, 10)
âyetindeki "onların eli"nden maksad, Allah'a bey'at eden
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile
ashâbının elleridir. Aynı şekilde ehlullahda, hatta âciz
bir dervişde bile, elden ele Rasûlullah -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-'e ve o vasıta ile Allah'a bey'at
vardır. Böylece o ellerin üzerinde olan da Cenâb-ı
Hakk'ın yed-i kudretidir. O hâlde, Allah'ın yed-i
kudretine ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve
sellem-'in yed-i bey'atine vâsıl olan kamiller de
fevkalâde işler görebilir. Fail-i Mutlak, Cenâb-ı
Hakk'dır. Evliyâullah da, bu tasarrufa me'zün ve
salahiyyeti olanlardır.
Aşkın hakîkîsi ve mecâzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah
-celle celâlühû- sevgisinden ibarettir. Mecazîsi ise,
mahlûkattan birine bağlılıktır. Âşık, tek bir varlığa
bağlandığı için, diğer bağlantılardan kurtulmuştur.
Çünkü, sevgiden başka bir şey düşünmez ve görmez.
Mecnûn, son zamanlarda öyle bir hâle geldi ki, dostu,
düşmanı, kendisini, hatta Leylâ'yı bile tanıyamaz oldu.
Kendini Leylâ farzetmeğe başladı.
Hazret-i
Mevlânâ bu husûsda buyurur:
"Allah,
bir ten aşkından (yani, Leylâ yüzünden) Mecnûn'u dost ve
düşmanı fark etmeyecek bir hâle getirmiştir."
Peygamber
aşığı Fuzûlî de, meşhur Su Kasîdesi'nde Rasûlullah
-sallâllâhü aleyhi ve sellem-'i hiçbir gül ile
kıyaslayamaz ve şöyle der:
Suya
virsün bağban gülzarı zahmet çekmesün
Bir
gül açılmaz yüzün,tek virse bin gülzare su
(Bahçıvan
gül bahçesini sulamak için boş yere zahmet çekmesin!
Zîra, bin tane gül bahçesi sulasa, (yâ Rasûlallah, yine
de) Sen'in yüzün gibi bir gül hiçbir zaman açılmaz!..)
Hazret-i
Mevlânâ , bu muhabbeti şöyle dile getirmektedir:
"Cenâb-ı
Hakk, bir yudumcuk ilâhî muhabbete öyle bir hâssa
vermiştir ki, ondan nasîb alan, iki âlemin endişesinden
kurtuluşa erer."
***
Yani,
ilâhî muhabbet ile mest olan kimse, âleme hased
etmekten, halkın ayıp ve kusurunu görmekten âzâd olur.
Böylece kâmilleşir. Ve menzil-i maksûduna erer. İşte bu
da, aşk-ı sâfî, hubb-i ilahîdir.
Bir
mürşid-i kâmil, ilâhî tasarrufla mürîdlerini kendine
bağlar, onları süflî alâkalarından kurtarıp ulvî
bağlantılarda derinleştirir. Böylece kendisi, ilâhî
aşkın basamağı olur.
Şeyh Sâdî Gülistan'ında mürşid-i kâmilin bu tasarrufunu
şu hikâye ile anlatır:
Birgün
hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil
(temizleyici toprak) parçası verdi.
Kile
sordum:
"-
A mübarek, sen misk misin, anber misin? Senin gönül
çekici güzel kokunla mest oldum." dedim.
Kil
bana şöyle cevap verdi:
"-
Ben bir gülün toprağıydım. O gülün yaprakları seher
şebnemleriyle dolar, benim üzerime ağlayarak damlardı.
Ben bu yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında
alelâde bir kilim.. Bu koku onundur.."
Cenâb-ı
Hakk, kâinatı insân için yarattı. Karada, denizde ve
havada bütün eşyayı, insanın emrine âmâde kıldı. Buna
mukabil, dağların ve göklerin taşıyamayacağı ilâhî
emâneti, insan yüklendi.
İnsan,
kendisine ve kainat manzumesine ibret nazarı ile baktığı
zaman, dünya hayatını nasıl yaşayacağını düşünmeğe
mecburdur. Ciddî yaşaması îcab eden her insanı, hayatta
en çok alâkadar eden gerçek, "ölüm" hâdisesidir. O
muhteşem vedâ, insan için ne büyük bir ibret tablosudur.
"Ölüm", dünya hayatında sadece et ve kemikten meydana
gelen toprak yapısını, yani nefsanîliğini geliştirip,
ruhanî yapısını cılızlaştıranlar için, ne hazîn bir
sondur!
Allah
Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, dünya hayatını
târif eden bir hadîs-i şerîfinde:
"Dünya
benim neme gerek?.. Benim hâlim, dünyada bir ağaç
altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden
binitli bir yolcuya benzemektedir." buyururlar.
Ya
Rabbî, muhabbetin ve rızan, seâdet cennetlerimiz olsun!
Amîn!.
|