NEFSİN TERBİYE VE ISLAH
ŞEKİLLERİ
Tarikattaki
Terbiye: İlk nefis terbiyesi tarikatta başlar. Zira
Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmeyen bir kimse, nefsini
tanıyıp tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz ki onunla
mücadele etsin, ıslahına çalışsın.
Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadisi
şeriflerinde:
"Küçük
cihaddan büyük cihada döndük."
Buyurarak
kâfirle olan cihadı küçük, nefisle olanı büyük
saymıştır.
İnsanın
kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihadı ekber"
denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir
insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni
öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni
en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi
hayatın mahvolur.
Bir
Hadis-i şeriflerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük
tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
"En
şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir."
(Beyhakî)
Kişi
Tarikat-ı aliye'ye dehalet eder etmez iç âlemine dönüş
yapar. İç düşmanını görür, onunla mücadele ve mücahedeye
başlar.
En
büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz
bir diğer Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Hakiki
mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir."
(Tirmizî)
Abdullah
bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir
Hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
"Muhacir,
Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınandır."
(Buhârî. Tecrid-i sarîh: 10)
Mükerrem
denilmeye lâyık olan insan, nefsini tezkiye etmiş, güzel
ahlâk sahibi olmuş; içini, dışını, işini temizleyen,
şeriat hizmetinde, tarikattaki esaslara nail ve vâkıf
olan insandır.
Allah-u
Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde insanların kendilerini
temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle
buyurmaktadır:
"Kendinizi
beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı
daha iyi bilir." (Necin: 32)
İyiler
de kötüler de gün gelecek Hakk'm huzurunda
seçileceklerdir.
Nefis
başlangıçta yeni doğan çocuğa benzer. Terbiye ile ıslah
veya ifsada kabiliyetli bulunduğundan, bir ilim-irfan
erbabının taht-ı terbiyesine girmeye muvaffak olursa;
ilim, irfan ve fen öğrenerek terbiye olur, dünyâ
saadetine ahiret selâmetine erer.
Nefsin
her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his
ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin
putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u
Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gördün
mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?"
buyuruyor. (Furkan: 43)
İnsanlar
nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve
intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Tarikat-ı
aliye'deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin
halı hâline gelmesidir.
Çok
uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ
kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan
geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik
hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk
boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.
Halı
olabilmesi için de, bir dekoratörün kağıda çizdiği
dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre
yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak
bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.
Daha
önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o
kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nadide
birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez.
İşte
nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır.
Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan
tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına
serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat
mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça
kişinin hep ayağını dolaştırır.
Evvela
didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu
yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak
basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.
Hakikattaki
Terbiye:
Hakikattaki
nefis terbiyesinin misâli de buğday tanesidir. Bir
buğday tanesi toprağa düştüğü zaman önce çürüyor,
varlığı yok oluyor. Sonra izn-i ilâhî ile filiz veriyor,
birçok başak yetiştiriyor. Olgunlaşıp başını eğince ehli
onu biçiyor. Harmanlarda atların ayakları altında,
makinelerde haddelerin arasında çiğneniyor. Taneleri ve
samanları ayrılıyor. Buğday ambara, saman samanlığa
konuluyor.
Bütün
bunlara rağmen buğdayın işi bitmez. Değirmene
götürülerek taşların arasında ezilir ve un hâline gelir.
Bu
kadarla da bitmez, su ile yoğrulup hamur olur. Sonra
fırına atılır. Şiddetli ateşler içinde uzun zaman yanar
ve pişer. Güzel bir ekmek hâline gelir. Ancak bundan
sonradır ki faydalı bir gıda hâline gelmiştir.
Ekmek
f:nna girip piştiği gibi, insan da ibtilâ çeke çeke
pişer ve olgunlaşır.
Rivayet
olunur ki Musa Aleyhisselâm bir gün: "Yâ Rabbi!
Müminleri harplerde atların ayakları altında niçin
çiğnetiyorsun, kullarını cehennemde niçin yakıyorsun?"
diye münâcatta bulunur. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ
Cebrail Aleyhisselam'ı göndererek ona buğday ekmesini
emreder. Musa Aleyhisselâm buğdayı eker, biçer, harman
yapar. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyar. Kalan
hışırtıyı da yakarken Cebrail Aleyhisselâm gelir. "Yâ
Musa ne yapıyorsun?" diye sorar. "Buğday ektim, biçtim,
harman yaptım. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koydum.
Hışırtıyı da yakıyorum." diye cevap verir O zaman
Cebrail Aleyhisselâm: "Allah-u
Teâlâ da işte böyle yapıyor." buyurur.
Bir
insanın beşeriyete faydalı olabilmesi için manevî olarak
ekilip varlığını yok etmesi lâzımdır. Ondan sonra
çeşitli ibtilâlara, imtihanlara maruz kalır. Bu
sıkıntılarda ihlâsını ve teslimiyetini ibraz ederse,
tanenin samandan ayrıldığı gibi ayrılır. Ona ibtilâ
verilmeseydi samanlar arasına karışıp gidecekti. Manevî
ibtila fırınlarında pise pise ekmek olur, ondan herkes
gıdalanır. Artık onun kendisine âit hiçbir varlığı
yoktur. Allah-u Teâlâ onu öyle bir hâle koyar ki,
üstündeki varlığın sahibine ait olduğunu çok iyi bilir.
Bunlar
Mürşid-i kâmil olan kısımdır. Allah-u Teâlâ ona o
vazifeyi vermiştir. Veren O, gönderen O, yaptıran yine
O. "Yaptım" diye bir şey yoktur. "Yaptım" dememesi için
zaten onu o hâle koymuştur.
Diyelim
ki sen bir buğdaysın, toprağa düştün ve çürüdün. Sonra
tekrar filizlendin, başak verdin. Kesildikten sonra
harman oldun. Tanelere ayrıldın. Taşların altına girerek
öğütüldün, un oldun. Üstelik o toz da üfleyince yok
oluyor. Peki senin varlığın nerede kaldı? Bütün fiiller
Fâil-i mutlak'ındır. Mevlâ dilediğini dilediği yere
koyar, dilediği yerde vazife gördürür. Bütün icraatların
kendisine âit olduğunu dilediğine duyurur.
Âyet-i
kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah
kime dilerse ona kat kat verir." (Bakara: 261)
Bu veriş, Allah-u Teâlâ'nın dilediğince olacaktır.
Marifetteki
Terbiye:
Marifetteki
terbiyeye gelince; Dağ kadar büyük bir kaya düşünün.
Nefsin kendisini parçalamak, bu kayayı parçalamaktan
zordur. Parçalandıkça, her bir parça ile nefsin bir
varlığı atılır. Her parçanın atılışında da yükseldiğini
ve terakkî ettiğini görür. Bu yükseliş çok süratlidir.
Mümin-i kâmil'in kalbi Arşırahmân'ın fevkinde olduğuna
göre. tasavvur buyurun ki o insanın ne kadar yükselmesi
gerekiyor?
Kişi
varlığını yok etmedikçe, eriyip hiç olmadıkça asla
marifete erişemez.
Bu dağ gibi kaya paramparça olduğu zaman, içindeki öz
meydana çıkar. Bu dağ parçalanacak ki o nur ortaya
çıksın. Nefsin nurunu bulmak demek, onu halkedeni bulmak
demektir. "Men arefe"nin sırrı burada tecellî eder.
Şimdi
bir nefsin simsiyah durumuna bakın, bir de onu halkedene
bakın. İşte oraya erişen o nurla erişir. Artık o
karanlık nefsinin varlığından eser kalmaz. Vücudunun en
kötü yeri iken, şimdi en iyi yeri olur. Çünkü o artık
nurdur, o nur ile Âlem-i lâhut'a erişir. Başka türlü
Lâhut âlemi'ne erişemezdi.
Hatta
bazı kimselerin "Benim yolum tarikat yolu değil hakikat
yoludur." demeleri insana ne kadar tuhaf geliyor.
Halbuki tarikattaki mücadeleyi bilse, değil o yola
girmek, hemen kaçar. Bu
yollan yürümeden, Tarikat-ı aliye'ye ayak basıp hakikate
çıkmadan, insanın marifete ulaşması; ilkokulu okumayan
bir insanın üniversitede okuyorum demesine benzer.
Netice
Olarak:
Allah-u
Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü
tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini
benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını,
yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
"Ey
iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın
sulh ve selâmetine girin.
Şeytanın
adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır."
(Bakara: 208)
Allah-u
Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem
içinizle O'na itaat edin.
İslâm'a bir
başka şeyi karıştırmayın.
Hakk'a
uymayıp, Hakk'ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya
kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde
şöyle buyurur:
"Eğer
hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile
bunlarda bulunanlar bozulur giderdi." (Müminun:
71)
Çünkü
onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır,
tutarsızdır.
Onlar
nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk'ı ve
hakikati düyrnak, üzerinde düşünmek istemezler.
"Hayır!
Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini) getirdik.
Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar."
(Müminun: 71)
Ona
iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini ıslâh
etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden
kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine
uymaya devam edip durmak istiyorlar.
Hesap
ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen,
Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o
nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi
olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u
Teâlâ Âyet-i kerimelerinde buyurur ki:
"Rabbinin
huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten
alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta
kendisi olacaktır."
(Nâziat: 40-41)
Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve
taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli
olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ
ve takva sahibi olur.
Şeddâd
bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Akıllı
kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için
çalışandır.
Âciz de, nefsini nevasının peşine takan ve Allah'tan
temennide bulunan kimsedir." (Tirmizi: 2461)
Nefsine
uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ'nın
kendisini affedip cennete koyacağını temenni eder durur.
Ebu
Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah
altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve
yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır." (Buhârî.
Tecrid-i sarîh: 2020)
Dinî,
dünyevî saadet ve selâmet yollarını öğrenmek için
tecrübe zamanı demek olan bu müddet Hadis-i şerifte
altmış yaş olarak sınırlandırılmıştır. Artık bu yaşa
varan kimsenin kusurları hakkındaki mazeretleri
kaldırılmış oluyor. Ancak tevbe istiğfar etmek ve
gönülden Hakk'a yönelme yolu bulunuyor.
Bir
kardeşimizle konuşurken nefisle mücahededen bahis
açılmıştı. "Yavaş yavaş alışacağız inşaallah." dedi. Bu
sözü hem tuhafımıza gitti, hem de hoşumuza gitti. Yaşını
sorduk. "Altmışüç" dedi. "Oniiç desen daha çok
yakışacak." dedik. Çünkü yavaş yavaş alışacağımıza göre,
demek ki önümüzde çok vakit var.
Ve
mücahedenin, mücadelenin hakikatini ona izah ettik.
- Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
|