Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.
(Tirmizî, Sünen, Fiten 9)



EHLI TARIKIZ BİZ

(MESNEVİDEN)GÖNÜL AYNASINDAN

GÖNÜL AYNASINDAN

- Osman Nûri Topbaş

..:: 1 ::..

   "Gönüllerini cilalamış olanlar, renkten,
   kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste,
   kolayca bir güzellik görürler.. Onlar, ilmin
   kabuğundaki nakışı bırakmışlar,
   ayne'l-yakîn bayrağını açmışlardır."
   Hazret-i Mevlânâ

    Birgün Çin ressamları:
   "- Biz, Türk ressamlarından daha ileri, daha hünerliyiz." diye bir iddiada bulundular.
   Buna karşılık Türk ressamları da:
   "- Hayır, biz daha üstünüz. Bizim hünerimiz daha ileridir." diyerek bu iddiaya karşı geldiler.
   Bunu işiten Sultân, ressamları imtihan etmeye karar vererek her iki tarafa da:
   "- Birbirimizle çekişmeyi bırakın da ortaya bir eser koyun!" dedi.
   Her iki taraf da Sultân'ın bu îkâzını kabul ettiler. Ancak Çinliler, kendi yaptıklarının kopya edilmesini engellemek için odanın ortasına kalın bir perde çektirdiler. Sultân'dan da türlü türlü boyalar istediler.
   Türk ressamları ise, çok şey istemedi. Sadece duvardaki pasları giderecek ve onu cilalayıp parlatacak bir çalışma için gereken şeyleri aldılar. Çok renkli olmaktansa, renksiz olmayı tercîh ediyorlardı. Çünkü onlar, renksizliğin faziletinin idrâki içindeydiler. Biliyorlardı ki, bu kadar çok rengin nihayeti renksizliktir. Marifet, renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır. Nitekim göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş'tir.
   Çalışmalar bitince Sultân, önce Çin ressamlarının odasına girdi, resimleri beğendi. Gördüğü renk saltanatına ve şekil güzelliğine cân ü gönülden vuruldu.
   Sıra Türk ressamlarının odasına gelince, onlar, aradaki perdenin kaldırılmasını istediler. Perde kaldırılınca, Türk ressamlarının cilalayıp parlak aynalar hâline getirdikleri duvarda ruhları cezbeden bir güzellik ve san'at ortaya çıktı. Aslında oraya akseden Çin ressamlarının yaptığı resimlerdi, fakat aslından daha parlak ve defalarca güzel görünmekteydi. Bu mükemmel manzara karşısında hayranlıkla kendinden geçen Sultân, Türk ressamlarını takdîr etti.
   Böylece Türk ressamları, hiçbir resim yapmadan, sâdece Çin ressamlarının eserlerini binbir hünerle cilaladıkları duvarda aksettirdikleri için daha hünerli sayıldılar.

   
MESNEVÎ:
   "Ey oğul! Sûfîler, Türk ressamları gibidirler. Onların, ne ezberlenip tekrarlanacak dersleri, ne kitâbları, ne de hüner gösterme merakları vardır. Yâni onlar, zahirî ilimlerin muhtevası içinde sıkışıp kalmamış, suret engelini aşmışlardır.
   Onlar, gönüllerini mükemmel bir şekilde cilalamışlar, parlak aynalar gibi tozdan ve pasdan uzak olmuşlardır. Bunun içindir ki, onların gönül aynasına, güzelliklerin en hakîkîsi akseder. Tecellî, işte böyle kalb-i selîm aynalarında Hakk'a vâsıl olmuş sûfî gönüllerinde zuhûr eder.
Onların, gönüllerini bu parlaklığa erdirmek için temizledikleri şeyler ise, kin, kibir, benlik, ikilik, şehvet, ihtiras ve her türlü dünyevî isteklerdir.
   Cenâb-ı Hakk, Mûsâ -aleyhisselâm-'a:
   "-Ey Mûsâ! Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıksın!" diye emretmişti.
   Mûsâ -aleyhisselâm-, bu emri yerine getirmiş ve eli "cihan güneşi gibi beyaz ve nur saçıcı olarak" görünmüştü. Çünkü Hazret-i Mûsâ'nın gönül aynasına gayb âleminin uçsuz bucaksız ve sûretsiz olan nâmütenâhîliği aksetmişti. Yâni Hazret-i Mûsâ, elini, san'at-1 ilâhiyyeyi görmekten gayri her şeyden müstağnî kılarak kalbinin üzerine koyunca, eli, tecellî nûrlarıyla parlayan bembeyaz bir ışık hâlesi hâline gelmişti.
Mûsâ -aleyhisselâm-'in gönlüne akseden uçsuz bucaksız nâmütenâhîlik, hakîkatte ne göklere, ne yere, ne denizlere sığar. Çünkü bu sayılanların, sayılabilir bir hududu vardır. Halbuki hududu olmayanın, hududu olana sığması mümkün değildir. Bunun içindir ki, hududu olmayan zât ve sıfatlar, ancak her türlü dünyâ kirlerinden sıyrılmış bir gönül aynasına akseder. Çünkü gönül aynası da, tıpkı kendisine akseden güzellik ve ilâhî esrar gibi hudûdsuzdur. Rabbin tecellîleri ile dolan gönül aynası, hadsiz, hesabsız nâmütenâhîliğin aksettiği bir mekândır.
Gönüllerini Allah aşkıyla cilalamış olanlar, her an oraya bir başka güzelliğin aksettiğini görürler; her an Allah'ın sayısız kudret akışından birine şâhid olurlar. Yâni kendilerinde meknuz olan "ahsen-i takvîm" hakîkatini keşfederler. Çünkü onlar için, bizim güzelliklerine sarıldığımız mecazî renkler ve kokular yoktur. Onlar, dünyevî renk ve kokuları aşmışlardır.
Çünkü onlar, mârifetullâha ermişlerdir. Dünyâ ilimlerinin kabuğundaki nakışı bırakmışlar, "ayne'l-yakîn" bayrağını yüceltmişlerdir ki, artık onlar, bu yücelmenin neticesi olarak "hakka'l-yakîn" mertebesine ulaşmış ilâhî sonsuzluğu oradan seyretmektedirler."
***
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
"Benden sonraki ümmetim hakkında üç şeyden korkarım:
1. Hevâ ve hevesât sapıklığından,
2. Mide ve kadın şehvetine uymaktan,
3. İlimden sonra gaflete düşmekten..."
İlim kitabîdir. İrfan ise onun kâmil ve şahsîleşmiş şeklidir.
Bu sebeple ilmi irfan hâline getirmeyip amel-i sâlih işlemeyenler, sığ ve kuru kalabilme tehlikesindedir.
Kâinat, gönül gözü ile seyredildiğinde, ince gayeler ve nâzenîn hikmetlerin cümbüşü olduğu açıktır. Âlemin bir ibretler meşheri (sergisi) olduğu kavranır. Her haliyle bu dünyâ, imtihan havası dolu bir îmân dershânesidir.
İlâhî terbiye ve idarenin hâkim olduğu bu âlemde, abeslerin çalkantıları içinde, nezih vasfını ziyan edenler, hakîkî seâdet mahrumları ve hayat öksüzleridir. Şehevâtın girdapları içinde çukurlaşıp kaybolurlar.
Âhıretin zarurî zuhur ve hakîkatini bildirmek için Allah -celle celâlühü- buyurur:
"Hayır... Bilecekler, sonra muhakkak öğrenecekler!" (en-Nebe', 4-5)
Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, irşâd ve ahlakıyla beşeriyyeti kemâle erdirmek gibi tecellîler, hep ilâhî lutuf ve ikramların tezahürleridir.
İnsan, bir kendine, bir de muhîtine alıcı ve idrâk edici gözle bakınca, derhal kavrar ki;
"Açık ve zahir olan kuvvet ve saltanat karşısında âhıretten gâfil yaşamak gülünç ve abes olur."
Âkıbetini düşünen her idrâk sahibi kolayca anlar ki; sonsuz isteklere, zevk ü safâlara, gel-geç fânî sevdâlara bir sınır çizmek, muhabbetleri ilâhî maksada yönlendirmek, yaratılış gayesinin zaruretidir.
Câmî ve tekkelerin levhalarındaki "Hoş gör yâ hû", "Bu da geçer yâ hû", "Edeb yâ hû", nihayet "Hîç" lafızları ne müthiş hakîkat sinyalleri ve ihtar talimatlarıdır.
***
"Hoş gör yâ hû"; "Hiçbir mahlûkâtı incitme! Hiçbir mahlûkâttan incinme!" tâlimatıdır ki, kalb-i selîmin bir vasfı da budur. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:
Cihan bağında ey âşık, budur maksûd-i ins ü cin;
Ne senden kimse incinsin ne sen bir kimseden incin!..
Diğer bir mânâda; "Sebepler âleminin dışına çık; murâd-ı ilâhîye razı ol!" tâlimâtıdır.
Ancak şunu ifâde etmek lâzımdır ki, bu hoş görme işi, Rabbin afvıyla hoş gördüğü şeyler hakkındadır. Yoksa fısk u fücûr asla hoş görülemez! Çünkü öyle fiiller, Rabbe karşı azâb-ı ilâhîyi mûcib bir nankörlüktür.
***
"Bu da geçer yâ hû" ifâdesi, kula şöyle seslenir:
"- Ey insan! Sana gelen gamlar ve sürûrlar sende bir misafirdir. Sakın onların daimî olduğunu zannetme! Gelen fânî gamlara üzülme, çünkü onlar gidicidir. Fânî sürûrlara da sevinme; zîrâ onların da bekâsı yoktur. Yâni sen bir misafirhanesin ki, gamlar ve sürûrlar da senin gelip geçici birkaç günlük ziyaretçilerindir.
Dertlenip kederlenmene vesîle olan misafirhanedeki eşyalar ise, yalnız senin değildir. Senden sonrakilere de âiddir. Sanki bir devre-mülktür. Bunun için onlar hakkında gam ve keder deryasında boğulmaya değmez!.."
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:
"Ey Hakk yolcusu! Gam ve kederin varsa sevin! Onlar, yârin senin için hazırladığı buluşma tuzağıdır. Zîrâ insan gam ve kederle dolu olduğu zaman Hakk'a sığınır, Hakk'ı hatırlar."
"Gam ve keder bir hazînedir. Senin hastalığın ve başına gelen belâlar, sıkıntılar da birer hazînedir."
"Kezâ gam ve keder, gönül aynasının üzerindeki tozları üfleyen mânevî bir lutuf rüzgârıdır; sakın onu kötü bir fırtınaya benzetme!.."
"Bu aşk yolunda beni gamdan başka kimse hatırlamıyor, gam ve kedere binlerce defa aferin!.."
Bu sırrı anlayan şâir, yârdan gelen her şeyde ayrı bir nîmet bulunduğu, gam ve kederin dahî binbir hikmete mebnî olarak verildiği hakîkatine dikkat çekerek elem ve ızdırap imtihanının; yârin, kendisinde fânî olmuş hakîkî aşk ehli ile bütün sermâyesi görüntü ve laftan ibaret olan sahte âşıkları birbirinden ayırd etmek için hazırladığı bir mihenk olduğunu beyân için şöyle der:
Yârin cefâsı, cümle vefadır; cefâ değil,
Yâri cefâ kılur diyen ehl-i vefa değil!..
Çünkü halk arasında kahır gibi gözüken gamlar ve elemler, Hakk âşıkları için büyük bir lutf-i ilâhîdir. Mahzun ve mağmum gönüller, Hakk'ı daha çok hatırlarlar. Teslîmiyyet pınarından gıdâlanırlar. Hakk Teâlâ da, bu yakınlık mukabilinde onlara müstesna lutuflarda bulunarak gönüllerini şad eyler.
Hazret-i Mevlânâ bu hakikate binâen irfan yolcularını şöyle îkâz eder:
"Ey bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte kadar feryâd edeceksin? Ey bülbül! Durmadan cefâdan bahsetmek revâ mıdır? Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefadan bahset! Dikeni bırak, gülden bahset! Gülün sap ve köke âid sıfatlarından geç; onun zâtına bak! Şu fânî âlemle niçin bu kadar meşgûlsün; yoksa varmak istediğin yer, ötelerin ötesi değil mi?!."
***
"Edeb yâ hû" ifâdesi, kulu her bakımdan edebe davet eder.
Zîrâ edeb, ahlâkın zirve noktasıdır. Tasavvufun gayelerinden biridir. Bu, ham insanı ihsan duygusu ile kâmil insan hâline yükselterek Allah'a karşı edeb sahibi kılmaktır ki, edebin en yücesidir. İkinci edeb, Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e karşıdır. Cenâb-ı Hakk, Hucûrât Sûresi ve sâir sûrelerde mü'minlere Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e karşı edebi muhafaza etmelerini hâssaten emreder.
Bu edebleniş, üstada, ana-babaya, mü'minlere ve böyle silsile hâlinde bütün mahlûkâta uzanır.
Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- buyurur:
"Güzel edeb, Allah Teala'nın gazabını söndürür."
İbn-i Abbâs -radıyallâhü anhümâ- buyurur:
"Bütün edeblerin başı, hem rahatlıkta hem de darlıkta Allah Teala'nın emirlerine riâyet etmek ve yasaklarından da kaçınmaktır."

 

GÖNÜL AYNASINDAN

- Osman Nûri Topbaş

..:: 2 ::..

   Yine buyurulmuştur ki:
   Üç haslet vardır ki, bunlara sâhib olan mahrum kalmaz:
   1. Güzel edeb sahibi olmak,
   2. Edeb ehliyle oturmak,
   3. Başkalarına eziyet etmemek.
   Edebin hususiyetini şâir ne güzel ifâde eder:
   Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüdâ'dan
   Giy ol tacı emîn ol her belâdan!..
   Yûnus Emre Hazretleri de bu hakikati şöyle dile getirir:
   Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb,
   Her hüner makbûl imiş; illâ edeb, illâ edeb...
   Bu nükte sebebiyledir ki ehlullâhdan bazıları, tasavvufu "edebden ibarettir" şeklinde tarif etmişlerdir.
   Hâtem-i Esamm Hazretleri'nden şu misâl çok ibretlidir:
   Zayıf, dertli, perîşan bir kadınla konuşuyordu. Kadın, derdini yana yakıla anlatırken, o heyecan içinde çok çirkin bir ses duyuldu. Kadın mum gibi eridi, ezildi, bitti, mahvoldu.    Öldürücü bir sükût.. Şeyh, bir heykelden daha hissiz muazzam bir vakarla kadına baktı:
   "- Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!" dedi.
   Suçunun gizli kaldığını anlayan zayıf, dertli, perişan kadın, bir anda hayâta avdet etti. Hiçbir milletin muaşeret edebinde misli görülmemiş derecede bu hârikalar hârikası incelik ona "esamm" (sağır) lakabını taktırdı. İşte gerçek İslâm zerâfet ve edebi...
   Bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, edeb gözetip o kadın vefat edinceye kadar halk arasında sağır olarak göründü. Ancak kadının vefatından sonra etrafındakilere:
   "- Artık kulaklarım duyuyor; normal sesle konuşabilirsiniz!" dedi.
   Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in edebini kendilerine nümûne-i imtisal edinen ehlullâh hazarâtının bu ve benzeri edeb örnekleri pek çoktur.
   İbn-i Atâ -kuddise sirruh-, edeblenme hakkında şöyle buyurur:
   "Her kim sâlihler edebini bulmuş ise, onun yaygısı, keramet yaygısıdır.
   Her kim evliyanın edebini bulmuş ise, onun yaygısı, evliyalık hâlinden bir hâl yaygısıdır.
   Her kim enbiyânın edebini bulmuş ise, onun yaygısı da, Allah'a yakınlık yaygısıdır.
   Ve her kim, edebden mahrum kalmışsa, o da, bütün hayırlardan mahrum kalmış demektir."
   Hazret-i Mevlânâ buyurur:
   "Her kim edebden nasîbini almamışsa, o insan değildir. Çünkü insanla hayvan arasındaki fark, edebdir. Gözünü aç da Allah'ın kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'e dikkatle bak! Göreceksin ki o, âyet âyet edebden ibarettir."
   ***
   "Hîç " lafzına gelince, bu benlikten sıyrılmayı ifâde eden bir kelimedir. Çünkü ilâhî esrardan bir nasîb alabilmek, nefsî arzulardan sıyrılabilmekle başlar. Dolayısıyla manevî tekâmüllerin başlangıç noktası, "hîç"e varabildikten sonradır.
   Tasavvufun bir gayesi de ilâhî azamet, saltanat ve tanzîm karşısında kulun kendi cücelik ve "hiç"liğini ve Rabbin yüce kudretini müşahede etmesidir. Nitekim Allah Teâlâ, bu hakîkati zaman zaman kullarına çeşitli imtihanlarla hatırlatmaktadır. Öyle ki, muazzam bir saltanat ve servet bahşettiği peygamberi Süleyman -aleyhisselâm-'ı bile bir müddet tahtında cansız bir cesed olarak bırakmış ve ona acziyyetini tattırmıştır. Âyet-i kerîmede insana hitaben buyurulur:
   "Seni hiçbir şey değilken yarattım!.." (Meryem, 9)
   "Size ulaşan her nîmet, Allâh'dandır. Sonra (hem) size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız." (en-Nahl, 53)
   İşte hîçlik, insanın bu âyet-i kerîmelerin idrâk ve tefekkürü içinde olmasıdır. Aksi halde insan, içindeki nefs tuzağına kapılarak Nemrûd ve Firavun gibi ilâhlık iddia edebilecek bir ahmaklık ve bedbahtlığa yuvarlanmaktan kendisini koruyamaz. Bunun içindir ki tasavvufta fena (hîçlik) hâli, çok mühimdir.
   Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh-, hîçlik hâlini şu duâsıyla ne güzel sergiler:
"İlâhî! Benim benliğimi aradan çıkar ki, benliğim sende fânî olsun da ben arada hîç olayım! Çünkü ben seninle olduğum takdîrde herkesle birlikte olmuşum demektir. Şayet herkesle olursam, seninle beraber olamam; bu da, senin yolunda benim için en büyük eksiklik ve hamlık olur."
   Muhammed Üftâde Hazretleri, kendisine intisâb eden talebesi Azîz Mahmûd'un, şaşaalı bir kadılık vazifesinden gelmesi dolayısıyla ona ilk önce hîçliğini hissettirmek yolunu tercîh etmiş ve Bursa çarşısında ciğer sattırmaktan başka dergâhın helalarının temizliği hizmetine de onu me'mûr kılmıştır. Böylece kadı Mahmûd, pâdişâhlara yön verecek bir kemâlâta nail olarak bizzat hocası tarafından "Hüdâyî" ismiyle vasıflandırılmıştır.
   Evliyâullâhın büyüklerinden Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, zahirî ilmin kemâline vardıktan sonra "hîç"i elde edebilmek için uzun bir müddet Bağdat harabelerine çekilmişti.
   Velîler sultânı olan Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, kibir ve gururun zıddı olan bu hîçlik hâline ulaşabilmek için ilk intisâb yıllarında yedi sene hastalıklı hayvanlara, yedi sene hasta insanlara hizmet etmiş, yedi sene de mahlûkâtın geçeceği yolları temizlemiştir.
   Büyük Allah dostu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Emîr Külâl Hazretleri'nin terbiyesinde geçirdiği ruhî ihtilaçları ve nefis tezkiyesi mücâdelesini şu şekilde anlatır:
   Arayış içinde olduğum ilk günlerin birinde yüce Allah'ın sevgili kullarından olan Emîr Külâl Hazretleri ile karşılaştım. O zaman cezbe hâlim ileri idi. Bana şöyle dedi:
   "- Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir kalb huzuru, tevazu, kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara bul!"
   Bu kadri yüce zâtın emrini tuttum. Söylediği yolda uzun süre çalıştım.
   Bundan sonra o Allah dostu, bana hayvanlara bakmayı emretti. Onların hastalıklarını tedâvî etmemi söyledi. Tek başıma onların yaralarını sarmayı, temizlemeyi ve bu işleri de iyi niyetle, ihlâsla yapmamı tavsiye buyurdu.
   Bu hizmeti de yerine getirdim. Bana nasıl târîf eylediyse öyle yaptım. Bu sıralarda benliğim o hâle geldi ki, yolda giderken bir köpek görecek olsaydım, olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini isterdim. Ondan evvel adım atmazdım. Bu hâlim yedi sene devam etti.
Bundan sonra bana kendi köpeklerine sadâkatle, saygı ile bakmamı ve onlardan yardım istememi emretti. Şöyle buyurdu:
   "- O köpeklerden birinin hizmetini yaparken, büyük bir seâdet duyacaksın."
   Onun bu emrini bir ganîmet bildim. Hiçbir gayreti elden bırakmadım. Onun işaretindeki mânâyı anladım; verdiği müjdeyi bekledim ve köpeklerinden birinin yanına gittim. Bende büyük bir hâl meydana geldi. Onun önünde durdum; beni bir ağlamak tuttu. Sanki o köpek, Ashâb-ı Kehf'den feyz almış Kıtmîr gibiydi...
   Ben öyle ağlamakta iken o sırtüstü yattı, ayaklarını göğe dikti. Bundan sonra hazin hazin sesler çıkarmaya, ağlayıp inlemeye başladı. Ben de ellerimi açtım, tevazu ile ve kırık bir gönülle:
   "- Âmîn!" dedim.
   O da sustu ve döndü.
   Yine o günlerden biri idi. Evden çıkıp bazı yerlere gittim. Yolda öyle bir hayvan gördüm ki, güneşin rengine göre renk değiştiriyordu. Manevî bir hazza dalmıştı. Bana ondan büyük bir vecd hâli geldi ve kendi kendime şöyle dedim:
   "- Bundan şefaat isteyeyim. Şu anda bu mübarek hayvan şefaat makâmındadır."
   Sonra onun karşısında tam bir edeb ve saygı ile durdum. Ellerimi kaldırdım. Derken o mübarek hayvan, daldığı âlemde hâlden hâle geçti ve sırtüstü yatarak göğe doğru yüzünü çevirdi. O bu hâlde iken ben:
   "- Âmîn!" diyordum.
   Bundan sonra üstadım, bana yollardan halkın geçip gitmesine engel olan şeyleri temizlememi emretti. Bu işe de o yedi sene içinde koşup durdum. O kadar ki, yolların taş ve toprağından eteklerim her zaman toz içinde idi.
   Hâsılı o büyük zât, Emîr Külâl Hazretleri, bana her ne emrettiyse, tam bir sadâkat ve temiz niyetle yaptım. Ruhum sonsuz lezzetlerle doldu; hâllerimde büyük değişiklikler meydana geldi. (el-Hadîkatü'l-Verdiyye, 545-547)
   İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, zamanındaki bütün ilimlerin zirvesinde olduğu halde Rabbe yakınlığa nail olabilmek için uzun bir müddet "hîç" hâlinde yaşamıştır.
   Asr-ı Seâdet devrinde ehl-i îmâna büyük Bedir zaferini nasîb eyleyen yüce Mevlâ'nın, Peygamber'ine ve mü'minlere hitaben:
   "(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. (Ey Rasûlüm!) Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı..." (el-Enfâl, 17) buyurması da, hep hîçliğe işaret etmektedir.
İnsanın sâhib olduğu kudret, ilâhî takdîr çerçevesi içindedir. Bundan dolayı "Azîm ve yüce Allâh'dan başka (kimsede) güç ve kuvvet yoktur." buyurulmuştur.
   Çünkü ezelde bilinen hiçbir şey mevcûd değilken, ancak Allah'ın lutuf ve keremi sayesinde vücûda gelen her varlığın sahib olduğu her şey, Rabbindendir. Bundan dolayı küllî irâde, bütün vak'aları, hâdiseleri ve mahlûkâtı ihata ve ihtiva eder. Bu, irâde ve gücün aslı yaradana âid demektir. Ancak insanın bu dünyâya bir imtihan için gönderilmesi sebebiyle ona cüz'î bir irâde verilmiş ve insan, hayra da şerre de istîdâdla donatılmıştır. Kullanma gücü de, kendi irâdesine terkedilmiştir.
   
   
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
   "Şu birbirimizden üstün olma dâvası, büyüklük iddiası ne? Neticede, hepimiz bir sarayın kapısında değil miyiz? Allah: "Ey insanlar! Hepiniz fakirsiniz, zengin olan yalnız benim!.." diye buyurmuyor mu?!."
   Yûnus Emre Hazretleri, marifetin hakîkatini ne güzel ifâde eder:
   İlim, ilim bilmektir,
   İlim, kendin bilmektir.
   Sen kendini bilmezsen,
   Bu nice okumaktır?!.
   ***
   Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
   "Eğer Allah'dan gereği gibi korkarsanız, gerçek bir bilgi ile eşyayı tanımaya başlarsınız.
   Eğer Allah'ı gereği gibi tanırsanız, dualarınız ile dağlar yerinden oynar."
   ***
   İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, ilmin zirvesinde iken kendini şöyle anlatır:
   "Aklî ve şer'î ilimlerle iştigaldeydim. Çok talebelerim vardı. Hâlimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli ibtilâlar ile sarılmışım. İlimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allah rızâsı için olmayıp, makam sevdaları ve şöhretlerle karışık buldum. Yakînen anladım ki, helak sâhilindeyim. Uçurumun kenarındayım. Kendi kendime:
   "Haydi çabuk ol, ömründen çok az kaldı. Kazandığın ilim hakikate geçmez ise, bir aldatmacadan ibarettir. Şimdi gereksiz alâkaları kesmez, engelleri kaldırmaz isen, sonun ne olacak?" dedim.
   O zaman bir hâl oldu. Dünyâ ve dünyacılardan kaçmak ile, dünyâ arzuları ve âhıret isteği arasında hayret vadisinde altı ay şaşkın, inler ve ağlar halde kaldım. Kalbim muztarib oldu. Aczimi gördüm ve anladım. İhtiyarımın bütün sükûtunu ve düşüşünü seyrettim. Devasız derde, çaresiz hastalığa duçar olan bir kimse gibi Allah'a yanarak, yalvararak ve sızlanarak iltica ve tazarrûda bulundum. Nihayet, Neml Sûresi âyet 62'de meâlen:
   "Muzdar olan (sıkıntıya düşen) kimse dua ettiği zaman, onun duasını kabul edip fenalığı kaldıran..." buyurulduğu gibi, Allah Teâlâ duamı kabul buyurup kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal, makam arzusu kaldırıldı. Hepsine yüz çevirdim.
   Zikir, uzlet, halvet, mücâhede, riyâzat, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgul oldum. İlm-i yakîn ile bildim ki, Allah'a kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk onlardadır. Zîra onların zâhir ve bâtınındaki haller, peygamberlik nurundan alınmıştır. Yeryüzünde peygamberlik nurunun ötesinde bir nur yoktur."
   Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
   "Kim ilmini artırır da (ona müsâvî olarak) dünyâda zühd ü takvasını artırmazsa, (o ancak) Allah'a olan uzaklığını artırmıştır..."
 

GÖNÜL AYNASINDAN

- Osman Nûri Topbaş

..:: 3 ::..

   Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ, irfan ehli olmayanların, yâni amel-i sâlih işlemeyenlerin sarfettikleri hikmetli sözü, ödünç alınmış süslü bir elbiseye benzetir.
   ***
   Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in:
   "- İçine nur giren kalb açılır ve genişler."beyânı üzerine:
   "- Bunun alâmeti nedir?" diye soruldu.
   Oda:
   "- Fânî dünyâdan uzaklaşmak, ebedî olan âhıret yurduna gönül vermek ve gelmeden evvel ölüme hazırlanmaktır." buyurdular.
   Sahâbîden Zeyd bin Harise -radıyallâhü anh-:
   "Dünyânın nefsânî arzularından el etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirini ziyaret eden cennet ehli ile yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim." demiştir.
   Sehl bin Abdullah'a:
   "- Sûfî kimdir?" diye sorulunca:
   "- Kalbi Allah Teâlâ ile dolan, kaderi safa haline getiren, altın ile toprağı eşit gören zattır." diye tarif etmiştir.
   ***
   İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin bazı nasihatları:
   "Allah'ın verdiği nimetleri, O'nun yolunda harcamak şükür, sevmediği yerde harcamak küfrân-ı nimettir."
   "Belâ ancak günâh ve küfürdedir. Musibetler asıl belâ değildir. İçinde senin bilemediğin hayırlar vardır."
   "Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün... Söylemediğin zaman mes'ûl olacaksan söyle.. Aksi halde sus!"
   "Akıllı olan kimse nefsine demelidir ki:
   "-Benim sermâyem yalnız ömrümdür. Çıkan nefesin geri gelmesi mümkün değildir. Nefesler sayılıdır. Azalmaktadır. O halde gününü istikâmet üzere kullanmamaktan daha büyükj zarar olur mu?""
   "Yarın ölecekmiş gibi azalarını haramdan koru!"
   "Uyanık ol! "Sonra tevbe ederim, amel-i sâlih işlerim!" dersen, düşün ki, ölüm daha evvel getebilir. Pişman olur, kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten daha kolay zannediyorsan, yanılıyorsun."
   "Bir kimsenin ticâreti âhıret ticâretine mâni oluyorsa, o kimse bedbahttır. Zavallıdır. Bu, bir çömlek için altın kupa verene benzer."
   ***
   İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, insanın nefsini kendi başına tanıyabilmesinin imkânsızlığını şöyle îzâh eder:
   "Halk ve hulk kelimesi aynı kökten gelir. Temel itibarı ile biri zâhirdir, diğeri enfüsîdir. İç âleme âiddir.
   Halk, dış duygularla idrâk edilen suret, hey'et ve şekil mânâlarına gelir.
   Hulk ise, insanın dış yüzü itibarı ile bilinmez bir meçhuldür. Gerçek kimliğini, ancak huyu, seciyyesi, tabîati ortaya koyar, insan dış görünüşü olarak istediği kadar kendini gizlesin, bir gün iç yüzü kendini ele verir."
   Nasıl dış görünüşümüzü kavramak için bir aynaya muhtaç isek, iç âlemimizi, karakterimizi, huy ve temayüllerimizi teşhis ve gerektiği şekilde tedâvî için de bir velînin feyiz ve telkînlerine, yâni bizi terbiye edecek, kendimizi iç âlemimizle tanıştıracak bir GÖNÜL AYNASI'na muhtacız.
   Bir kimse Hakk'ın nazarında makbul bir kişi olup olmadığını anlamak için kendine bakmalı ve gönlüne nazar etmelidir. Eğer kul, Allah'ı gönlünde ne kadar hissediyor, onun yarattığı güzelliklerdeki kudret ve saltanatını müşahede edip hayran ve mest oluyorsa, Allah Teâlâ da, ona o kadar yakındır.
   Bunun için kul, her halükârda nefis tezkiyesi ve kalb tasfiyesine itinâ göstermelidir ki, nur tecellîleri ile gönlündeki hevâ ve hevesleri kül edecek olan cemâl tecellîleri zuhura gelsin!
   Hakk Teâlâ buyurur:
   "Doğrusu, felah bulup kurtuldu, nefsini tezkiye eden (temizlenen)." (el-A'lâ, 14)
   "Gerçek felah bulmuştur, onu (nefsini) temizlikle parlatan." (eş-Şems, 9)
   Diğer taraftan Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in buyurduğu:
   "Mü'min, mü'minin aynasıdır."
hadîs-i şerîfi mucibince, kâmil insanlar, bize, lekesiz, tertemiz, tozsuz bir ayna olurlar da, rûhumuz o parlak aynalarda kendini görür. Yâni Hakk'a tâlib olanlar, kâmil insanların yüzünde kendi özünü ve gerçek varlığını seyrederler. Bu seyir, maddî bir seyir değildir. Bu değişik gönül aynası ise, maddî boyutların ötesindedir. İnsan, orada iç âleminin esrârını müşahede eder. Yâni bu ayna, dış dünyâ aynası değil, iç dünyâ aynasıdır. Onda şekil değil, Hakk'ın nûrunun akisleri vardır. Dolayısıyla gönül aynalarından feyz alanlar, içlerinde başka bir hoşluk ve değişik bir güzellik hissedip ayrı bir letafette olurlar. Kendilerinden geçerler. Nefislerine veda ederek gönüllerinde sadece Hakk'ı bulurlar, Hakk'da fânî olurlar. İşte bu sebepledir ki, kemâle ermek için bir mürşid-i kâmile bağlanıp onun ahlakıyla ahlâklanmak zarureti vardır.
   Yûnus Emre Hazretleri'nin:
   Şerîat, tarîkat yoldur varana,
   Hakîkat marifet andan içeru
diye ifâde ettiği sırra ancak bu şekilde, yâni bir mürşid-i kâmilin rehberliğinde erişilebilir.
   ***
   Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, peygamber mirasçısının (velînin) terbiyesine girmeyi, nefs engelini aşmanın, hakîkat ve marifete ermenin zarurî bir çâresi olarak şöyle buyurur:
   "Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git, yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedâvî edemezsin..."
   "Dünyevî duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabibden, kişiyi sonsuza yücelten ilâhî hislerin sıhhatini de mürşid-i kâmilden öğren."
   "İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyâdan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu âlem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına âiddir."
   "Sen evvelâ gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör. İnsan gözden ibarettir. Geri kalansa cesarettir. Göz ise ancak dostu görene denir."
   "Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini ve Hazret-i Peygamber'in hadîs-i şerîflerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara..."
   "Kur'ân-ı Kerîm'in mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yâni nefsini ve benliğini yok etmiş), böylece Kur'ân'ın önünde eriyip kurbân olmuş ve ruhu Kur'ân kesilmiş kimseler anlar..."
   ***
   Mevlânâ -kuddise sirruh-, fenâ mertebesine kavuşabilmenin sırrının mutlak teslimiyette olduğunu şu şekilde ifâde eder:
   "Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde "Ölmeden evvel ölünüz." sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni baş üzerinde gezdirir."
İnsanın yaratılış gayesi, kulluk ve Rabbin bilinmesidir. Eşyanın ve hakîkatin derinliğine inebilmenin sırrı, marifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar.
   Gerçek kulluğa vâsıl olabilmek için dünyânın fânî yaldız, şa'şaa ve gel-geç sevdalarından uzakta kalmak bir zarurettir. Nitekim İbrahim bin Ethem Hazretleri'nin takva yoluna meyletmesi, şöyle bir ihtar neticesindedir:
   Bir gece yarısıydı. İbrahim bin Ethem, tahtının üzerinde uyuyakalmış olarak yatmaktaydı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü ve patırtı çıktı. Yüksek sesle bağırışıp çağrışmalar, gittikçe çoğaldı ve en nihâyet sultânı uyandırdı.
Sultân İbrahim bin Ethem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:
   "- Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?"
   Derinden bir cevap geldi:
   "- Kaybolan devemizi arıyoruz sultanım!"
   İbrahim bin Ethem hiddetle seslendi:
   "- Damda deve aranır mı bre ahmaklar?!."
   Bu seferki cevap çok mânidar ve irşâd niteliğindeydi:
   "- Ey İbrahim bin Ethem! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki tâc, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk'ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!."
   Bu hâdise, İbrahim bin Ethem'in ruhunda uzun zamandır başlamış bulunan manevî med-cezirleri sıklaştırdı. Onu kararsız ve şaşkın bir halde bıraktı. Fakat sultan, yine de eski hayâtından tamamen kopamadı.
   Ancak İbrahim bin Ethem'in mûtâd olan avcılık tiryakiliğinde karşılaştığı ikinci manevî işaret ve îkâzdır ki, onu hakîkî bir Hakk yolcusu eyledi. Bu av macerası şu şekilde vuku bulmuştur:
   İbrahim bin Ethem Hazretleri, birgün ava çıkmıştı. Bir ceylanın arkasından koştu. O kadar ki, askerlerinden tamamen uzaklaştı. Atı kan-ter içinde kalmıştı. Fakat İbrahim bin Ethem, ceylanı avlamakta kararlı olduğu için bu koşturmacadan vazgeçmedi. Tam ceylanı köşeye sıkıştırmıştı ki, o narin ve güzel hayvan hâl lisanıyla:
   "- Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın. Allah, seni, beni avlaman için mi yoktan var etti? Hem beni avlasan ne kazanacaksın? Bir cana kıymaktan başka ne elde edeceksin?" dedi.
   İbrahim bin Ethem, bu sözleri duyunca, yüreğine öyle bir kor düştü ki, o anda kendisini atından yere attı. Sahralara doğru koşmaya başladı. Bir müddet sonra etrafına baktığında kocaman sahrada bir çobandan başkasını göremedi. Hemen yanına gidip yalvardı:
   "- Ne olursun, şu üzerimdeki mücevherleri, padişahlık elbiselerimi, silâhlarımı ve atımı benden al da senin giydiğin abayı bana ver! Kimseye de bir şey söyleme!" dedi.
   Çobanın şaşkın bakışları arasında abayı giydi ve gözden kayboldu. Çoban onun arkasından:    "Pâdişâhımız delirmiş olmalı!" diyordu. Oysa İbrahim bin Ethem, delirmemiş, bilakis aklı başına gelmişti. O ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ, onu bir ceylan ile avlamıştı.
   ***
   Allah celle celâlühü, Mevlânâ Hazretleri'nin tavsiyelerine gönül vermeyi, misâllerinden ibret almayı, O'nun sadır iklîminden hallenmeyi cümlemize nasîb eylesin! Âmîn!
   O büyük Allah dostu şöyle buyururlar:
   "İrfan ehli, kılavuza benzer; yola girenlere faydalı olur. Ancak yola girmeyenlere kılavuzun bir faydası olmadığı gibi o gâfiller de kılavuzun kadrini bilmezler!"
   "Yine bir hekim, hastalara şifâ dağıtır; bunu ağlayıp inleyen hastalar iyi bilirler. Ancak bir ölü, hekimin kıymet ve değerini nasıl idrâk edebilir?"
   "Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede, gâfilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır. "
   "Sen aklını başına al da, ömrünü, şu içinde bulunduğun gün say!.. Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun?.."
   "Kâh cüzdanını, keseni para ile doldurmak kaygısı, kâh yemek içmek endîşesi ile, bu âciz ömür geçip gitmede, verilen her nefes de eksilmede..."
   "Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor. Onun heybetinden akıllıların beti benzi sararıp solmada..."
   "Ölüm, yolda durmuş bekliyor. Efendi ise gezip tozma sevdasında..."
   "Ölüm, kaşla göz arasında, onu hatırlamaktan bile bize daha yakın... Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede?.. Bilmem ki!.."
   ***
   Şeyh Gâlib, aşağıdaki beytinde insanın, esmâ-i ilâhiyye-nin fiilî tecellîsi olan kâinatın küçüğü ve özü olduğunu, âlemin esrarlı derinliklerini bir mıknatıs gibi kalbinde toplayabilecek bir GÖNÜL AYNASI kâbiliyyetinde bulunduğunu ne güzel ifâde eder:

   
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
   Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen...
   (Ey insan! Kendine gönül gözü ile hoşça bak ki, sen âlemin, yâni yaratılanların özüsün ve sen kâinatın göz bebeği cilan âdemsin.)
   Ancak insanın, bir zübde-i âlem olduğu hâlde nefsâniyetine tabî olarak aşağıların en aşağısı bir mertebeye düşmesinin, insanlık haysiyeti bakımından zül olacağı hususunda Hazret-i    Mevlânâ, şöyle buyurur:
   "Ey gönül bahçesinde bülbül olan! Şayet baykuşluğa kalkışırsan, büyük bir kusur işlemiş olursun! Ey gülistanda gül fidanı olan! Sen tutup da dikenlik etmeye kalkarsan, kendine çok yazık edersin!"
   Yâ Rab! Bizlere gönül aynasında hakîkat parıltılarını, iki cihanın sırlarını seyrettirerek gözlerimizi ve gönüllerimizi bu dünyâda öyle nûrlandır ki, öbür âlemde cemâlinle müşerref olsun!
   Âmîn!..

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol