Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.
(Tirmizî, Sünen, Fiten 9)



EHLI TARIKIZ BİZ

FETİH VE FATİH(OSMAN NURİ TOPBAŞ)

FETİH VE FÂTİH

- Osman Nûri Topbaş

 

   "Îmân nedir? diye aklıma sordum.
   Kalbimin kulağına eğilip:
   "Îmân edebden ibarettir..." diye fısıldadı.."
   Hazret-i Mevlânâ
   
   
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, bundan 1400 küsur sene evvel, İstanbul'un ehemmiyetine ve bu mübarek beldeyi fethedecek kumandan ve askerlerin şerefine işaret ederek, fethi bu suretle teşvik buyurmuşlardır.
   Ardarda gelen "Sahabî Orduları"nın uzun çölleri aşarak üç bin kilometrelik bir mesafeyi katedebilmeleri, hep bu şerefe nail olabilmek içindi. Surların dışı, Eyüb civarında sayısız sahabeye mübarek bir medfen olduğundan Osmanlı zamanında aynen Mekke ve Medîne gibi, buraya gayr-i müslim ayağı bastırılmazdı. Çünkü bilinen yirmi-otuz sahâbî kabrine ilaveten bilinmeyen binlercesinin mevcûdiyeti târihî bir hakîkattir.
   Her gücü yeten mücâhidin hayat ve emellerinin ufku olan bu şerefli fetih, 1453 (Hicrî 857) yılında hayatının baharını yaşayan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri'ne nasîb olmuştur. Çünkü vakit artık tamamdı. Fetih daha fazla gecikemezdi. Kur'an-ı Kerîm'in sırrında fethin vakti gelmişti. Nitekim Kur'-an-ı Kerîm'deki " beldetün tayyibetün " (Sebe',15) ibaresi, Allâme Molla Câmî'nin tesbîtine göre; ebced hesabıyla 857'ye (Miladi 1453'e) tekâbül etmektedir.
Bunun yanında beklenen netice için hem zahirî ve hem de bâtınî sebepler kemâle ermişti.
   Şöyle ki;
   Fâtih ve askerlerinin asıl gücü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in müjdesinden başlayarak, binlerce mücahidin ulvî bir heyecan hâline gelen arzularının neticesi olan, adeta Bârigâh-ı Ulûhiyyete yükselen -dua ve fiilî hareket olarak- müstecab ilticalardan kaynaklanıyordu. Çünkü binlerce mü'min gönülden taşan ulvî fetih iştiyakı, artık o noktaya ulaşmıştı ki; yağmur bulutlarının azamî derecede işbâ hâline geldikten sonra mecbûri bir sûrette boşalması gibi fethin, zuhur safhasına intikâli de zarûret olmuştu.
   Muhyiddin İbnü'l-Arabî Fusûs'ta şöyle buyurur:
   "Firavun, zuhur edecek olan Hazret-i Mûsâ'yı imha için 980.000 masumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ'ya hayatında imdad olmak, onun ruhaniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun ailesi Mûsâ'yı henüz bilmiyorlarsa da Hakk Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı, Mûsâ'ya âid olacaktı. Zîra gâye o idi."
   Nitekim İstanbul için her fetih hamlesi, müstakbel feth-i mübînin rûhâniyetini takviye etmiştir.
   Mûsâ -aleyhisselam-'ın zuhûru ile İstanbul'un fethi arasında sanki bir kader benzerliği vardır.
   Bir diğer husus da, Allah'ın bir kula takdîr buyurduğu şerefli bir hizmetin, zâhirde mümkün olabilmesi için o kula önce liyakat ihsan buyurması gerekir. İşte bir de bu yönden bakılınca, Fatih'in şahsiyetindeki zâhirî ve bâtınî kemal de bu fethin gerçekleşme sebeplerinden biri olarak görünmektedir. Bu kemal ve liyâkat, Fâtih'in bütün fiil ve harekâtında müşâhede olunduğu gibi, O'nun sayısız vakıflarının vakfiyelerinde de görülür. İşte bunlardan biri:

    FÂTİH VAKFİYESİ
   "Ben ki İstanbul Fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed, bizâtihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul'un Taşlık mevkiinde kâin ve mâlûmu'l-hudûd olan 136 bab dükkanımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vakf-ı sahîh eylerim. Şöyle ki:
   Bu gayr-i menkûlâtımdan elde olunacak nemâlarla, İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim.
   Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20'şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabîb ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasb eyledim..
   Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar bilâ-istisnâ her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifâsı, ya da mümkün ise şifâyâb olalar. Değilse, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Daru'l Aceze'ye kaldırarak orada salâh bulduralar!
Maâzallah herhangi bir gıda maddesi buhrânı da vakî olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum 100 silâh, ehl-i erbâba verile! Bunlar ki hayvanât-ı vahşiyyenin yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhâr hastalarımızı gıdâsız bırakmayalar."
   "Ayrıca külliyemde binâ ve inşâ eylediğim imâret-hânede şehîd ve şühedânın harîmleri ve Medîne-i İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendüleri gelmeyüp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle!."
   ***
   Görüldüğü gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ölçüleri ile kaideler koyuyor. Zamanında çok nâdir olan "yere tükürmek" gibi hoş olmayan fiillere karşı tedbir alıyor. Hastaların av etiyle beslenip sıhhat bulmalarım emrederken, diğer taraftan da tabiattaki "ekolojik denge"yi muhâfaza için avlanmayı, yumurta ve yavru mevsiminde yasaklıyor. Ümmete olan şefkat ve merhametinin yanında hayvanların da hukûkunu koruyor.
Bugün dünyânın geleceğini karartan "çevre kirlenmesi" ve "ekolojik denge"nin beş yüz küsur yıl evvel göz önüne alınması son derece câlib-i dikkattir.
   Şehîd âilelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma husûsunda ka'bına varılmaz bir ideal ve vefa örneğidir. Gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edeb tâlimidir.
   Hazreti Mevlânâ -kuddise sirruh-:
   "Îmân nedir? diye aklıma sordum. Aklım kalbimin kulağına eğilip "Îmân edebden ibarettir..." diye fısıldadı..." buyurmaktadır.
   Bütün bunlar, onun rûhî olgunluğunun ve şahsiyetinin ümmete yansıyan bir parıltısıdır.    İslam'ın mahlûkata ve insana bakış tarzının hassas, ince ve zarif örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikamet mirasıdır. Bugünün insanının da kaybedip bir türlü elde edemediği büyük hasletlerdir.
   Şimdi bize ne oldu? Özbenliğimizi kaybettik! Onu aramanın çırpınışları içinde bocalıyoruz!..
   Üstad Necip Fâzıl merhum, "Ata Senfoni" isimli eserini şu cümlelerle noktalamaktadır. Biz de onunla bitirelim:
   Yıllardır süren bir ayrılıktan sonra köyüne dönen bir mücâhid, orasını ıssız ve harâb bulur.    Rastladığı bir ihtiyâra hayretle sorar:
   "- Baba bu köy böyle harâb ve ıssız değildi. Çok güzel insanlar ve çok güzel atlar vardı.    Onlar ne oldu?"
   İhtiyar cevap verir:
   "- Evlâd, bütün o güzel insanlar o güzel atlara bindiler ve gittiler!. Bir daha hiçbiri geriye gelmedi!.."
   İlâhî! Evlâd-ı fâtihânı, onların hâmîsi olan Hakk dostlarından mahrûm eyleme!
   Amîn!..
 

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol