FETİH VE FÂTİH
- Osman Nûri Topbaş
"Îmân
nedir? diye aklıma sordum.
Kalbimin
kulağına eğilip:
"Îmân
edebden ibarettir..." diye fısıldadı.."
Hazret-i
Mevlânâ
Peygamber -sallâllâhü
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, bundan 1400
küsur sene evvel, İstanbul'un ehemmiyetine ve bu mübarek
beldeyi fethedecek kumandan ve askerlerin şerefine
işaret ederek, fethi bu suretle teşvik buyurmuşlardır.
Ardarda
gelen "Sahabî Orduları"nın uzun çölleri aşarak üç bin
kilometrelik bir mesafeyi katedebilmeleri, hep bu şerefe
nail olabilmek içindi. Surların dışı, Eyüb civarında
sayısız sahabeye mübarek bir medfen olduğundan Osmanlı
zamanında aynen Mekke ve Medîne gibi, buraya gayr-i
müslim ayağı bastırılmazdı. Çünkü bilinen yirmi-otuz
sahâbî kabrine ilaveten bilinmeyen binlercesinin
mevcûdiyeti târihî bir hakîkattir.
Her
gücü yeten mücâhidin hayat ve emellerinin ufku olan bu
şerefli fetih, 1453 (Hicrî 857) yılında hayatının
baharını yaşayan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri'ne
nasîb olmuştur. Çünkü vakit artık tamamdı. Fetih daha
fazla gecikemezdi. Kur'an-ı Kerîm'in sırrında fethin
vakti gelmişti. Nitekim Kur'-an-ı Kerîm'deki " beldetün
tayyibetün " (Sebe',15) ibaresi, Allâme Molla Câmî'nin
tesbîtine göre; ebced hesabıyla 857'ye (Miladi 1453'e)
tekâbül etmektedir.
Bunun yanında beklenen netice için hem zahirî ve hem de
bâtınî sebepler kemâle ermişti.
Şöyle
ki;
Fâtih
ve askerlerinin asıl gücü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü
aleyhi ve sellem-'in müjdesinden başlayarak, binlerce
mücahidin ulvî bir heyecan hâline gelen arzularının
neticesi olan, adeta Bârigâh-ı Ulûhiyyete yükselen -dua
ve fiilî hareket olarak- müstecab ilticalardan
kaynaklanıyordu. Çünkü binlerce mü'min gönülden taşan
ulvî fetih iştiyakı, artık o noktaya ulaşmıştı ki;
yağmur bulutlarının azamî derecede işbâ hâline geldikten
sonra mecbûri bir sûrette boşalması gibi fethin, zuhur
safhasına intikâli de zarûret olmuştu.
Muhyiddin
İbnü'l-Arabî Fusûs'ta şöyle buyurur:
"Firavun,
zuhur edecek olan Hazret-i Mûsâ'yı imha için 980.000
masumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i
Mûsâ'ya hayatında imdad olmak, onun ruhaniyetini
güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve
Firavun ailesi Mûsâ'yı henüz bilmiyorlarsa da Hakk Teâlâ
biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı,
Mûsâ'ya âid olacaktı. Zîra gâye o idi."
Nitekim
İstanbul için her fetih hamlesi, müstakbel feth-i
mübînin rûhâniyetini takviye etmiştir.
Mûsâ
-aleyhisselam-'ın zuhûru ile İstanbul'un fethi arasında
sanki bir kader benzerliği vardır.
Bir
diğer husus da, Allah'ın bir kula takdîr buyurduğu
şerefli bir hizmetin, zâhirde mümkün olabilmesi için o
kula önce liyakat ihsan buyurması gerekir. İşte bir de
bu yönden bakılınca, Fatih'in şahsiyetindeki zâhirî ve
bâtınî kemal de bu fethin gerçekleşme sebeplerinden biri
olarak görünmektedir. Bu kemal ve liyâkat, Fâtih'in
bütün fiil ve harekâtında müşâhede olunduğu gibi, O'nun
sayısız vakıflarının vakfiyelerinde de görülür. İşte
bunlardan biri:
FÂTİH VAKFİYESİ
"Ben
ki İstanbul Fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed,
bizâtihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun
aldığım İstanbul'un Taşlık mevkiinde kâin ve
mâlûmu'l-hudûd olan 136 bab dükkanımı aşağıdaki şartlar
muvâcehesinde vakf-ı sahîh eylerim. Şöyle ki:
Bu
gayr-i menkûlâtımdan elde olunacak nemâlarla,
İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim.
Bunlar
ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür
külü olduğu hâlde günün belirli saatlerinde bu sokakları
gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine
bu tozu dökeler ki, yevmiye 20'şer akçe alsunlar. Ayrıca
10 cerrah, 10 tabîb ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasb
eyledim..
Bunlar
ki, ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar
bilâ-istisnâ her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup
olmadığını soralar; var ise şifâsı, ya da mümkün ise
şifâyâb olalar. Değilse, kendilerinden hiçbir karşılık
beklemeksizin Daru'l Aceze'ye kaldırarak orada salâh
bulduralar!
Maâzallah herhangi bir gıda maddesi buhrânı da vakî
olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum 100
silâh, ehl-i erbâba verile! Bunlar ki hayvanât-ı
vahşiyyenin yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda
balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhâr hastalarımızı
gıdâsız bırakmayalar."
"Ayrıca
külliyemde binâ ve inşâ eylediğim imâret-hânede şehîd ve
şühedânın harîmleri ve Medîne-i İstanbul fukarâsı yemek
yiyeler! Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi
kendüleri gelmeyüp yemekleri güneşin loş bir
karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde
evlerine götürüle!."
***
Görüldüğü
gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en
hassas edeb ölçüleri ile kaideler koyuyor. Zamanında çok
nâdir olan "yere tükürmek" gibi hoş olmayan fiillere
karşı tedbir alıyor. Hastaların av etiyle beslenip
sıhhat bulmalarım emrederken, diğer taraftan da
tabiattaki "ekolojik denge"yi muhâfaza için avlanmayı,
yumurta ve yavru mevsiminde yasaklıyor. Ümmete olan
şefkat ve merhametinin yanında hayvanların da hukûkunu
koruyor.
Bugün dünyânın geleceğini karartan "çevre kirlenmesi" ve
"ekolojik denge"nin beş yüz küsur yıl evvel göz önüne
alınması son derece câlib-i dikkattir.
Şehîd
âilelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek
dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma
husûsunda ka'bına varılmaz bir ideal ve vefa örneğidir.
Gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edeb
tâlimidir.
Hazreti
Mevlânâ -kuddise sirruh-:
"Îmân
nedir? diye aklıma sordum. Aklım kalbimin kulağına
eğilip "Îmân edebden ibarettir..." diye fısıldadı..."
buyurmaktadır.
Bütün
bunlar, onun rûhî olgunluğunun ve şahsiyetinin ümmete
yansıyan bir parıltısıdır.
İslam'ın
mahlûkata ve insana bakış tarzının hassas, ince ve zarif
örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikamet
mirasıdır. Bugünün insanının da kaybedip bir türlü elde
edemediği büyük hasletlerdir.
Şimdi
bize ne oldu? Özbenliğimizi kaybettik! Onu aramanın
çırpınışları içinde bocalıyoruz!..
Üstad
Necip Fâzıl merhum, "Ata Senfoni" isimli eserini şu
cümlelerle noktalamaktadır. Biz de onunla bitirelim:
Yıllardır
süren bir ayrılıktan sonra köyüne dönen bir mücâhid,
orasını ıssız ve harâb bulur.
Rastladığı
bir ihtiyâra hayretle sorar:
"-
Baba bu köy böyle harâb ve ıssız değildi. Çok güzel
insanlar ve çok güzel atlar vardı.
Onlar
ne oldu?"
İhtiyar
cevap verir:
"-
Evlâd, bütün o güzel insanlar o güzel atlara bindiler ve
gittiler!. Bir daha hiçbiri geriye gelmedi!.."
İlâhî!
Evlâd-ı fâtihânı, onların hâmîsi olan Hakk dostlarından
mahrûm eyleme!
Amîn!..
|