İLERİ GELEN SOFİLERE GÖRE
TASAVVUFUN TARİFİ
..::
1 ::..
Tasavvuf, ebedî
saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye,
zâhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir.
Tasavvufu kâlden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade
edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi
yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak,
mutasavvıflarca çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu
tariflerin, her sofînin işgal ettiği makama göre
yapıldığını gözden uzak tutmamak gerekir.
MA'RÛF
EL-KERHî:
"Tasavvuf,
gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül
bağlamamaktır.1
Gerçekleri
almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her
şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye
çalışmaktır.
"Tasavvuf,
eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın
hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i
hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl
istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk,
yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif
tetkik ile mükelleftir.
SERİYY-Î
SAKATî:
"Tasavvuf
üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru
vera'ın nûrunu söndürmez, 2)
Kitab
ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i
bâtından bir söz ile konuşmaz, 3)
Kerametleri
kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya
sevk etmez.2
Tarikatte
ilim
Bu
üç maddeyi açıklayalım:
1)
İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi,
tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola
çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki
en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî
urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah,
cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin
amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil,
takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak
nazm-ı celîlin-de, mealen:
"Kulları
arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle
ta'zim ederler"3
buyurmuştur.
Tarikatte
irfan
İrfan
da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi
ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım
hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle
anlaşılabilir.
Kıymetli
profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi,
şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l
Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı
hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu
eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4
vedzesi için.
"...Hadis-i
menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam
Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu"
demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira
huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i
Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin
sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu
lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur.
Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve
hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere
göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre
burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı
rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim
muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i
mu'teberede gelir ki:
"Davud
aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya
Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben
gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani
Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan,
yani icaddan sual edicek
Cenab-ı
Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl
ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5
deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab
haline getirmiştir.
Kitab
ve sünnetten ayrılmamak
2)
Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve
Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe
uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında
bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı
mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden
erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu
bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine
muhalif bir söz söylemez.
3)
Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her
yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
EBÛ
HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf
tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf
edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük
etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb
İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra
istediğin yere gidebilirsin".
Edebin
gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz
söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu
çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki
beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp
ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler
rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için
teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu
babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç
içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal
huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in
meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem
ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya
ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar
ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi
idrakten acizdirler.
Fakat
bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana
dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim.
Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor
ve hakir cehenneme gireceklerdir"7
buyurulmuştur.
Biz
de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrâk-i
meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira
bu terazû o kadar sıkleti çekmez.
Ölünceye
kadar kulluk et
Bazıları
bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet
yoktur" diye manalandırırlar.
Biz
kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz.
Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş
zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve
cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş
olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin:
"Rabbini
hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn
gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8
ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni,
hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine
benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et"
manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen
yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil
ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften
kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar:
"O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır,
diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih
ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne
çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların
müteşabih olanlarına uyarlar..."9
ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.
EBÛ'L-HÜSEYİN
EN-NURİ:
"Tasavvuf
ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan
ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl
olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu
sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf,
Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır."10
"Biz
dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf,
şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece
ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı
ile ahlaklanınız"11 hadis-i
şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile
ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik
olaydı tâc ile hırka
Biz
dahi alırdık otuza kırka.12
"Tasavvuf,
hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
Tasavvuf,
kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir.
Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini
düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın
şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla,
sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle,
yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu
iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına
müreccahdır".
"Tasavvuf,
nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".
Emeller
ve elemler
Tasavvuf,
kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı
olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini
elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb
Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu
demişlerdir.
Her
emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin
nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel
silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller
terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki
dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini
ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir
zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha
fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer
eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini
artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz:
Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını
artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek
çetindir, diye bildirmişti".14
Şükür
nasıl yapılır?
Şükrün
ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten
sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa
edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için
yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her
nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat
vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak
iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir
sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap
yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap
yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını
düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara
kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya
Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz.
Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla
te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve
bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı
sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün
sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe
ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu,
Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle
yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula,
öksüze ve esire yedirirler"16
ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını
Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin
arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri
Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir"17
saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah
bu zümreye dahil olanlardır.
SEHL
BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:
"Tasavvuf,
az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve
insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Çünkü
tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi,
verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye
de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık
yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca
veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata
kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani
helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri
kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca
verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri
yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden
müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir
harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa
fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun
aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve
bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf,
ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.
AMR
BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf,
zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul
olmasıdır".20
Uyku
ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an
Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine
almıştır ki, bu da bir zikirdir.
________________
1_ Kuşeyrî.
2_ Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ Fâtır sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzül Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mü'min sûresi, âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i İmran süresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meşhur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ İbrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Türk Ahlakçıları, c. I, s. 39.
16_ İnsan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sülemî. s.21.
20_ Kuşeyrî, s. 148.
|