TASAVVUFUN KISACA TARİHÎ
GELİŞİMİ
Hz. Peygamber,
sahâbe, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde dindar
müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen
mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin
dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor,
bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu
tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel
örneği de Hz. Peygamber'di (el-Ahzâb 33/21).
Hz.
Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan
sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir
kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı
yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete
daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde
yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i
mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz`ûn, Mus`ab, Ammâr,
Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz,
Ebü'd-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr
bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı.
Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar
müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf
zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen
yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu
halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs,
takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak
çağımıza taşımıştır.
Kuşeyrî'nin
de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i
sünnet'in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi
Sünnî'dir. Sûfiliğin ortaya çıktığı dönem İslâm
dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep
ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde
hadis, fıkıh, kelâm gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla
uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı (muhaddis, fakih,
mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur'an ve
hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen
ve Ehl-i sünnet muhitinde doğan İslâm'daki ruhî ve
mânevî hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat
tarzının temelleri Kur'an ve Sünnet'in öğretisinde,
önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında
mevcuttu. Sûfiler fikirleri ve mânevî tecrübeleriyle
geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufi hayat tarzını
sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve
özü eski olan tasavvuf hayatın bazı yenilikler içermesi
ve farklılık göstermesi bundandır.
Büyük
sûfilerin yetiştiği hicrî III ve IV. (IX ve X.)
yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış,
sûfiliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer
taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli
tasavvufi ekoller ortaya çıkmıştı. Ma`rûf-i Kerhî, Serî
es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi
ünlü sûfiler Irak'ta tasavvuf adı altında İslâm'ın
mânevî hayatını geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdûn
el-Kassâr (ö. 271/884) melâmet adı altında söz konusu
hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebû Hafs,
Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ'-ı Kirmânî gibi Horasanlı
dindarlar ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde
duruyorlardı. Melâmet ehli ihlâs ve riya konusuna
ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet
yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle
Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) son derece özgün yorumlar
yapıyordu.
Söz
konusu dönemde tasavvufa dair yazılan çok meşhur eserler
bulunmaktadır.
Hicrî VI. (XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi
ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir
zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin,
sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş
ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir.
Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din
psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhi hayat
tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette
felsefi etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sûfilerin
mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak
yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf
felsefesi vardır. Bu, daha çok sûfilerin kendi düşünce
ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir
felsefedir. Tasavvufi hayat, öz ve hareket noktası
itibariyle İslâmî temeller üzerine inşa edilmiş
olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve
İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini
sert bir biçimde eleştiren âlimler tarafından da saygı
ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem
tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular
içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu
konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir.
Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.
Tasavvufta Örgütlenme Dönemi
Tasavvufun
ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de
küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı
biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayatı,
bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan
şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid
ve tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte
bulunmaları, mânevî hayatı beraber yaşamaları şarttır.
Çünkü tasavvufi hayat tıpkı birçok sanat gibi
egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de
birliktelik ve beraberlik esastır. İşte bu durum hem
zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya gelerek
yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir
alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları
aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de
müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde
bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri
sûfiler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem
vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat ve
sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan,
sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstatlar
çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sâhipler,
yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin
yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber
bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu. Ancak belli bir
mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul
ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini
kapalı kapıların ardında yapardık" derken bu hususu
anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani
gizemi meydana getirir. Tasavvufî
hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz
konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan
üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara
göre müridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli
bir yönü vardır. Bundan daha önemlisi ilâhî sırdır.
Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rububiyyetin
sırlarına âşina olmayı amaçlar.
Tasavvuf
sohbetlerinin müridlere edep ve erkân öğreten, onları
terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz
konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi,
mânevî alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış
anlama ve sapmalarını engellemektir.
Son
derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen
tasavvufi sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme
halini aldı. Büyük sûfilerin tasavvufi görüşleri ve
yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep
(mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum
tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve
zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine
imkân verdi. Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye),
Cüneydiyye, Musâhibiyye, Sehliyye, Hakîmiyye, Hafifıyye,
Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye
(Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufi cemaatler
ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid,
mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık
veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler
tasavvufi gelişmeyi hızlandırdı.
Söz
konusu tasavvufi sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (XII.)
asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye
dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Bu tarikatlar
şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas'tan
Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine
yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise
Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye
(ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı Bayrâm-ı
Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz
Mahmud Hüdâî'ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye
gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında
kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu.
Bundan
başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö.
660/1262) Kırşehir'de ahîlik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet
ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de
Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha
fazla da Horasan'dan gelen gazi dervişler, alperenler ve
Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve Balkanlar'da
yayılmasında etkili oldular.
Tasavvufta
Kurumlaşma Dönemi
Sûfilik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu
cemaatler ve örgütler mekânlara ve binalara ihtiyaç
duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş
yerleri, sûfilerin buluşma, konuşma ve meselelerini
müzakere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip
yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç
duyuldu. Herevî'nin Tabakâtü's-sûfiyye'de dediği gibi
ilk tasavvufi kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla
kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi.
Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat,
tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi.
İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya
şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen
örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî
olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân
öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve
olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman
çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar
da oldular. Özellikle kırsal alanlarda medreselerin
görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve
gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline
geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet
adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının
yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir
biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları
huzurlu bir mânevî havayı meydana getirmelerine imkân
verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki
olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği
müesseseler oldu.
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde
bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama,
sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde
görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere
nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler
bulunur. Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve
görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım
kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları
ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd
Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî
(ö. 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz
konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde
ortaya koydu.
VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin
gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır. İbn Arabî (ö.
638/1240) kendisinden önceki sûfilerin fikirlerinden de
yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir
görüş ortaya attı. el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem
gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe
açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i
vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve
kelâmdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya
çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâki, Abdülkerîm
el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefi, Şebüsterî, Abdürrezzâk
el-Kâşânî ve Câmî gibi ünlü sûfiler bu yolda onu
izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman
ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.
Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı
sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk
defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve
Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcub'u yazdı.
Baba Tâhir (ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi
şairler tasavvufi düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade
ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme
yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve
Mevlânâ (ö. 672/ 1273) gibi ünlü sûfi şairler izledi.
Mevlânâ'nın Mesnevi ve Divân-ı Kebîr isimli eserleriyle
bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320)
Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn-i Irâki (ö. 688/1289)
Lema`ât'ta, Câmî (ö. 898/ 1492) çeşitli eserlerinde bu
yolda yürüdü.
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının
kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk
defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve
düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen
tasavvufi şiirlerini Divân-ı Hikmet adı verilen bir
eserde toplandı. Daha sonra Mansûr Ata, Abdülmelik Ata,
bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said Ata,
Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve
halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam
ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun fethedilmesi üzerine
çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî
geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye
başladılar. Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha
ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar.
Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320)
daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu
ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı.
Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö. 855/1451) Muhammediyye'si,
Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) Ahmediyye'si ve
Envâru'lâşıkin'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469)
Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u, Niyazî-i Mısrî'nin (ö.
1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük bir
ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve
tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki
dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü. Başta
Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların
şiirleri dinî mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu
gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini
ve kökleşmesini sağladı. İlâhî denilen bu tür şiirler
coşkuyla okundu ve dinlendi.
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi
de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler
bu işin öncülüğünü yaptı.
- Bu yazı Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ'ın Ensar
Neşriyat'tan çıkan Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar
isimli kitabı ve www.kubacami.org isimli internet
adresinden alınmıştır.
|