NUMUNE BİR NEFİS
TEZKİYESİ
- Aziz Mahmud Hüdâyî
Milâdî
1541 yılında Şereflikoçhisar'da dünyaya geldi. Medrese
tahsilini İstanbul'da tamamladı. Hocası Nâsırzâde
ismindeki zât Edirne'ye müderris, Mısır ve Şam'a kadı
tayin edildiği yıllarda onu da yanından ayırmadı.
1573'te Mısır'dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye medresesine
müderris ve Câmi-i Atik mahkemesi'ne nâib tayin edildi.
Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa kadılığına
getirildi.
Kadılığı esnasında bir gece rüyasında kıyametin
koptuğunu, sırat ve mizan kurulduğunu, sâlih kişiler
olduklarını zannettiği pek çok kimsenin, hususiyetle çok
sevdiği hocası Nâsırzâde'nin de cehennemlikler arasında
bulunduğunu gördü.
Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve teessür içindeki
günlerde mahkemeye bir dâva getirildi.
Boşanma dâvası ile huzuruna gelen bir kadın, kocasının
her sene Hacc'a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene
yine Hacc'a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene
yine Hacc'a niyet edip eğer gitmezse kendisini üç
talâkla boşayacağını söylediğini, fakat arefe gününe
kadar gitmediği halde kurban bayramı günlerinde birkaç
gün ortadan kaybolduktan sonra meydana çıkarak Hacc'a
gidip geldiğini söylemek suretiyle yalan konuştuğunu, bu
itibarla talâkın gerçekleşmesini istedi.
Yanında bulunan kocası ise. arefe gününe kadar
memleketinden ayrılmadığını kabul etmekle beraber,
Hacc'a gidip geldiğini, hatta orada görüştüğü
arkadaşlarından dönüşlerinde şahitlik yapmalarının
istenebileceğini söyleyerek talâkın gerçekleşmediğini
savundu.
Dâva, kadı Mahmud efendi tarafından hacıların dönüşüne
kadar tehir edildi.
Hacılar döndükten sonra ise, kocanın iddiasında doğru
olduğu hacı arkadaşlarının şahitlikleri ile anlaşıldı.
Bunun üzerine kadı Mahmud efendi talâkın vâki
olmayacağına dair hükmü ilân etti.
Kararı açıklamakla beraber bu işin nasıl olduğunu ve
gidiş-gelişin ne şekilde gerçekleştiğini adamdan gizlice
öğrenmek istedi.
O da eskici Mehmed dede adı ile anılan bir zâtın manevî
delaletiyle tayy-i mekâna nail olduğunu söyleyince,
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri Mehmed dedeye
başvurarak inabe talebinde bulundu.
Mehmed dede ise: "Nasibin bizden değildir, Hazret-i
Üftade'dendir, varın ona müracaat edin." deyince dünyevî
meşgalelerini terkederek Üftade -kuddise sırruh-
Hazretlerine intisab etti.
Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- ondan; önce mal ve
mülkten, ikinci olarak memuriyetten feragat etmesini ve
üçüncü olarak da nefsini ayaklar altına almasını istedi.
O da bütün bunları tereddütsüz kabul ederek şeyhinin
irşad halkasına katıldı.
Şeyhine verdiği sözleri yerine getirerek önce mal ve
mülkünü fakirlere dağıttı, sonra da memuriyeti terk
etti. Arkasından da nefsini ayaklar altına alabilmek
için çok sıkı bir riyazete başladı.
Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- bir gün müridine:
"Haydi evlâdım! Bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa
sokaklarında dolaşıp satmalısın."
Diye emretmiş, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri de
hiç tereddüt etmeden sırığı samur kürkün üzerine almış
ve Bursa sokaklarında: "Ciğerci... Ciğerci!..." diyerek
satmaya başlamıştı.
Bu hâli gören ahâli: "Kadı çıldırmış!" diyerek
aleyhinde bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat o, bu
şekilde nefsini kırıp ruhunu yükseltmek için, bu
söylenenlerin hiç birine aldırmadı.
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri ciğer satma
vazifesini kemâl-i ihtimamla yerine getirdikten sonra
onu dergahın helalarını temizlemeye memur etti. Bir gün
abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna ve dümbelek
sesleri geldi. Meğer kendisinin yerine, yeni tayin
olunan kadı geliyormuş ve halk onu karşılamakla meşgul
imişler. Hazret halkın bu âdetini bildiği için, sesleri
duyunca kendi kendine:
"Yeni kadı geliyor hâ!... Biçare Mahmud, sen böyle bir
mesleği bıraktın, şimdi abdesthanelere hizmetkâr oldun!"
Diyerek nefsinin iğfaline kapıldı. Hatırından bir an
bunlar geçince derhal toparlandı ve:
"Mahmud! Sen şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına
dair söz vermedin mi?"
Diyerek kalbinden geçen bu hâle tevbekâr olmuş ve
elindeki süpürgeyi atarak taşları sakalıyla süpürmeye
başlayacağı bir anda şeyhi yetişmiş ve:
"Evlâdım! Sakal mübarek şeydir, onunla böyle bir şey
yapılmaz." diyerek omuzundan yakalamış, sonra da:
"Maksat bu mertebeyi atlatmaktı." buyurmuş, sâdık
müridini içeriye alıp dergâha götürmüştü.
Kemâliyet lâf ile değil, yaşama iledir. Bunlar bu yolda
hep birer vartadır, birer imtihandır. Şeyhine karşı
teslimiyet ve merbudiyet sayesinde bu imtihanlar
atlatılabilir. Bütün bunlar ilâhî takdirin
tecelliyâtıdır. Allah-u Teâlâ bu lütfü ona bahşedecekti,
takdirinde vardı, imtihanın neticesinde-takdir olunan bu
lütfa nail oldu.
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri şeyhinin taht-ı
terbiyesinde her geçen gün manevî tecellilere nail
oluyor, ruhu olgunlaşıyordu. Nefsini tezkiye ile kalbini
tasfiyeye muvaffak olan Hazret, artık nebatatın bile
teşbihini duyar hâle gelmişti. Üç yıl gibi kısa bir
zamanda seyr-ü sülûk'unu tamamladı ve irşada mezun oldu.
Şeyhinin vefatından sonra Rumeli'ye gitti. Trakya ve
Balkanlarda bir süre kaldıktan sonra İstanbul'a geldi.
Bu arada Üsküdar'da kendi dergâhını inşa etti.
Halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir sahası
meydana getirdi. Dergahı her zümreden insanlarla dolup
taştı. Akın akın gelenler, hasta kalplerine şifâ olan
sohbetlerine kavuştular. Devrin padişahları ona hürmette
kusur etmediler.
Milâdi 1628 yılında seksenyedi yaşında olduğu halde
vefat etmiştir. Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış
ve zaviyesinde bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye
defnedilmiştir.
Hususiyetle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret
edenler hakkında:
"Denizde boğulmasınlar, âhir ömürlerinde fakirlik
görmesinler ve imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler."
Şeklindeki duası, türbesini ziyaretçisi en çok olan
türbeler arasına sokmuştur.
- Bu yazı Ömer
Öngüt Efendi'nin "Tasavvuf ve Marifetullah" adlı
eserinden alınmıştır.
|