.RABITA.
Rabıta kelimesi
lügatte "İki şeyin birbirine bağlanması" demektir.
Tasavvuf dilinde ise, mürşid ile mürid arasındaki ilâhî
feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır. Bu bağ,
Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerde bazen açık, bazen
de zımnen işaret edilmiştir.
Rabıta,
Cenab-ı Hakk'ın tecelli ettiği ve bu sebeple nur, feyz
ve muhabetle süslenmiş olan insan-ı kâmil'in gönlüne
teveccüh etmek, bu sayede Hakk'a vuslat yolunda vesîleye
sarılmaktır. Gaye Hakk'a yaklaşmak, O'nun rızasını
kazanmak, O'nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: "Ey iman
edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun."
buyuruyor. (Tevbe: 119) "Sâdıkîn"den murad "Mürşidûn"
olduğu "Bahr-ül Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u
Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış,
vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde
bulunmalarını emir ve vacip eylemiştir. Allah-u
Teâlâ'nın "Teklif-i mâla yutak" olmayacağı, yani kuluna
güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre;
sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için
sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.
Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir
kısmı da ruhanîdir ki, bunu rabıta ile izah edebiliriz.
Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve
kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi
bulunacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de
artar.
Bir
âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Ey iman
edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile
arayın." (Mâide: 35)
Dikkat
edilirse bu Âyet-i kerime'de takvanın yanında kurtuluş
için bir de vesile şartı getirilmiştir. Bahsedilen
vesileyi ulema, Mürşid-i kâmil olarak tefsir
etmişlerdir.
Abdullah
bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlar
içinde öyleleri vardır ki, Allah'ı hatırlamanın
anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allah zikrolunur." (Câmiüs-sağîr:
2466)
Kalbin
gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar,
Allah'ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı
Hakk'ın maddî nimetlerinden olan ekmek, para ve mal gibi
maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde
etmek için çalışmak, adetullah gereği ise; aynen bunun
gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan
bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına
uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine adetullahın
bir gereğidir. Maddî
mahlukların tâbi olduğu kurallarla, mânevî mahlukların
tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki
bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da
istenilen neticeye varmak için adetullah denilen
sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır.
Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla
gerçekleşir.
Nitekim
bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidayet ve rahmetini, enbiya ve
evliyalar vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidayet
ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine
adetullah gereğidir.
Kâmil
insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî
nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi,
feyz ve muhabbetle dolar; rabıta ile insan, o kamilin
kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete talip olur. Bu
talep, insanı rıza ve muhabbetullaha çeker. Bu ise
vuslat yolunda Hakk'a yaklaşmanın, diğer bir deyişle
Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.
O
halde rabıta, adedullah gereği, hidayet ve rahmete
ulaşmanın yolu ve metodudur. Rabıtaya şirktir mantığı
ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı
Hakk'ın zâtına izafe etmek suretiyle kendileri şirke
düşmektedirler.
Şeyh
Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Tarikat-ı âliye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir
ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve
samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbabına
malum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kiram'dan bazısı: 'Şeyhin
bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten,
feyze nail olmak için Mürşid-i kâmil'in nurlu
nazarlarını da feyz ve terakki vesilesi kabul
etmişlerdir." (30 Mektup)
"Bilindiği
gibi, Râbtta'dan maksat feyz almaktır. Gerçek feyz
kaynağı ise Cenâb-ı Hakk'tan başkası olmadığı
şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allah'ın Habib'i Muhammed
Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk'tn zât ve sıfatının tecellî
mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz
-sallallahu aleyhi ve sellem-den feyz almak, Cenâb-ı
Hakk'tan feyz almak demektir.
Allah-u
Teâlâ'ya âit olan ilâhî feyz Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve selem-inin deryasına gelir, oradan da zamanın
mürşidinin deryasına gelir.
Ezelî
taksimata dâhil olanların, nasiplerini alabilmeleri
için, o deryaya doğru kalplerini açık bulundurmaları
lâzımdır. Su mütemadiyen akıyor, fakat sen testini
çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi
çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip Râbıta'da
durmak, kalbi o deryaya bağlamak demektir.
Herşey
sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin mânevi
parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbinin nazar
ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sayesinde
terbiye görür, o sevgi sayesinde terakki eder.
Mânevi
terakkinin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün
evliyâullah ittifak etmişlerdir.
Meselâ
telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin
bulunması gerekmektedir. Binaenaleyh deryadan kalbe
ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.
Kalbini
Allah-u Teâlâ'nın dostuna raptetmek emr-i ilâhî olduğu
halde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne
gibi deliller var?
Kâbe-i
Muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul
etmiyorsun da, Râbıta'dan murad olunan: "Sâdıklarla
beraber olunuz!" emr-i ilâhî'sini neden şirk kabul
ediyorsun? Halbuki o da Allah-u Teâlâ'nın emri, bu da
Allah-u Teâlâ'nın emri.
Kâbe-i
muazzama'da Hacer-ül esved, Kâbe-i muazzama'da Altınoluk
var. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir oluk ihsan
buyuruyor ki, feyz deryasından Resulullah
Alayhisselâm'ın deryasına gelir. Kâinat da o deryâdan
alır, o Altınoluk'tan alır. Yani ona yönelen Hakk'a
yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî'dir.
Allah-u Teâlâ'dan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-ine, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-inden ona, ondan O alınmakla feyz-i ilâhî olur. O
gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden
ibarettir.
Cenâb-ı
Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi
nefsini ilâh edinen kimselere yapılan rabıta onun nefis
putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimelerinde buyurur ki:
"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde
bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar
yalancıdırlar. Şeytan onları istila etmiş, onlara
Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan
taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)
Hem
gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek,
gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak,
şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu
mümkün değil! Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır.
Gerçekten, hakikatten mahrumdurlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: "Resulüm!
Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni?
Artık
ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi
koruyacaksın?)"
(Furkan: 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen yol
kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın
yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma
ters düşen haller zuhur ediyorsa o mürşid mukalliddir,
sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın
askerleridirler.
- Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
|