Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.
(Tirmizî, Sünen, Fiten 9)



EHLI TARIKIZ BİZ

tasavvuf dönemi

TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 1 ::..

   l- H.III-IV, M. IX-X. Asırlarda Tasavvuf
   H. III.-IV, M. IX.-X. asırlar tasavvuf târihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Bu asırlar, İslâm siyâsî, içtimaî ve ilimler târihi açısından büyük önem taşımaktadır. Abbasî devletinin gelişme dönemi sayılan bu yıllar, Bağdad ve çevresinin ilim merkezi hâline geldiği yıllardır. Muhtelif kavim ve kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hânefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Bu asırlarda Şîa'nın belli ölçüde teşkilatlanmış olduğu hesaba katılırsa, bu yüzyıllar hem siyasî, hem içtimaî, hem de dînî açıdan son derece hareketli bir dönemdir.
   Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadîs gibi ilimlerden ayrılıp inkişâf ettiği tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim) ve tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemin mutasavvıfları insan rûhunu tahlil etmekte; ona ârız olan hâlleri beyan ederek geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmektedir. Fenâ ve bakâ kavramlarıyla ittihad fikri ilk defa bu asırlarda Hallaç (ö.309/921) ve Bâyezid (ö.262/875) gibi mutasavvıflarca ifâde edilmiştir.
   Râbia ile başlayan sevgi ağırlıklı tasavvufî düşünce Ma'ruf Kerhî ile gelişmiş, H. III. ve IV. asırda tasavvufî telakkilerin ağırlıklı konusu hâline gelmiştir. II. asırda Hasan Basrî ve talebelerince temsil edilen Basra mektebinin hüzün ve korkuya dayalı tasavvuf telakkisi III. asırda artık yavaş yavaş yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. III. asırda yetişmiş ve eserleriyle daha sonraki dönemleri etkilemiş bulunan Hâris el-Muhâsibî'nin de sevgi üzerine eser yazması veya eserlerinde sevgiye özel bir bölüm ayırması, bu dönem tasavvufunun "sevgi damgası" taşıdığını gösterir.
   Hicrî ilk iki asrın zâhid-sûfîleri genellikle Basra, Kûfe ve Horasan'dan yetiştikleri hâlde III. ve IV. asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun değişik boyutlarıyla temâyüz edip yetişmişlerdir. Basra, Kûfe ve Horasan, tasavvufî canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdad bu asırlarda büyük mutasavvıflar yetiştirmiştir.
   Basra'da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896), Kûfe'de İbn Semmâk (ö.183/799), hicrî üçüncü yüzyılın mutasavvıfları arasında sayılırken, Horasan'da Ahmed b. Harb (ö.234/848), Hâtim-i Esamm (ö.237/851), Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854), Ebû Türâb Nahşebî (ö.245/859), Ebû Abdullah Siczî (ö.III./IX.asır), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. Horasan'da bu yıllarda gelişen fütüvvet genellikle şecaat, mürüvvet, sehâvet ve kerem anlamları taşımakla birlikte, îsâr, kendini hizmete fedâ, başkalarına eziyet vermemek, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak, makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefsle savaşmak gibi anlamlar kazanmıştır.
   Bu asırlarda Horasan ve Mâverâünnehr bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde gelenlerinden biri 'Hakîm Tirmizî' diye maruf olan Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö.320/932)'dir. Hânefî fıkhını ve İslâm'ın zâhirî ilimlerini tahsil eden, hadîs ilminde de belli bir yeri bulunan Hakîm Tirmizî, Tasavvufta özellikle "Velâyet" konusunda yazdığı Hatmu'l-Velâye adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbn Arabî onun eserlerinden yararlanmıştır. Hakîm Tirmizî, mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul bulunanların ilklerindendir.

    2- H. III ve IV. Asırlardaki Tasavvuf Mektepleri
   a. Nişabur Mektebi, Fütüvvet ve Melâmet
   Hicrî II. asır'da tasavvufun önemli merkezlerinden biri olan Horasan'ın yanısıra, III. asırda Nişabur'un da "fütüvvet ve melâmet" özellikleriyle tanınan bir merkez hâline geldiği görülmektedir. Bu asırlarda, bu bölgede yetişen mutasavvıfların başlıcaları, Bâyezid Bistâmî, Yahyâ b. Muâz Râzî, Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassâr'dır.
   Bâyezid Bistâmî, sekri sahvına, mahvı isbatma gâlip ve şatahât üslubuyla konuşan bir sûfîdir. Bu yüzden sözleri bazan kendisi hakkında bir takım endişeler uyandırmıştır. Onun 'Sübhânî mâ a'zame şânî" (Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yücedir!) "Leyse fi cübbetî sivallâh" (Cübbemin içinde Allâh'tan başkası yok) sözleri, ilk vahdet-i vücûd terennümleri sayılabilir. Bâyezid fenâya erişini şöyle anlatır: "Beni bir kerre karşısına aldı ve dedi ki: "Ey Bâyezid, halk Beni görmek istiyor." Ben de dedim ki: "Öyleyse beni vahdâniyetinle süsle, benliğini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam."
   Bâyezid bu sözleriyle "fenâ fillâh" ile benlikten geçmeyi mânevî sekr hâlini anlatmaktadır. Bâyezid, tasavvuf kavramlarına "sekr" kavramını kazandırmış ve bu kavram muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.
   Nişabur'dan yetişen sûfîlerden biri olan Yahyâ b. Muâz Râzî (ö.258/871), Bâyezid'in hem hemşehrisi hem de çağdaşıdır. O da fenâ, vecd ve sekrden bahseden, "aşk sarhoşu" deyimini kullananlardandır. Râbia'dan sonra Allâh sevgisi konusunda Ma'rûf kerhî gibi, açıkça söz söyleyenlerin ilklerindendir. Onun muhabbet anlayışı huşû, huzû ve Allâh'a teslîmiyet gibi fazîletlere dayanır. Ona göre muhabbetin hakîkati, vuslatla artmaz, hicrânla azalmaz. Yahyâ, muhabbetten başka mârifetten de bahseden ve Hakk'ın mârifetini halkın mârifetinden üstün sayan bir sûfîdir. Hakk'tan uzaklaşmayı/fevt, halktan uzaklaşmayı mevt diye adlandırır, fevti mevtten daha kötü görür. Çünkü fevt, gafletle fırsatı kaçırmak, insan ile Allâh arasındaki bağlantıyı kesmektir. Mevt ise halk ile alâkayı kesmek, Hakk ile irtibatı sağlamlaştırıp mârifetullâha ermektir.
   Yahyâ b. Muâz, Bâyezid gibi sekri esas alan tasavvufî görüşün sâhibi olduğu hâlde, zühdün esası sayılan temel ilkelere sıkısıkıya bağlıydı. Zâhidliğin az uyumak, az konuşmak, az yemek ve halvetle tamamlanabileceğini söylerdi.
   Bâyezid ve talebesi Yahyâ "sekr"in savunucusu oldukları hâlde, onlarla çağdaş sayılan Bağdad mektebinin güçlü temsilcileri Cüneyd ve arkadaşları sekr yerine "sahv" ve temkinden yana olmuşlardır.
   Horasan asıllı Nişabur sûfîlerinden biri de Ebû Hafs Haddâd (ö.270/883)'dır. Tasavvufu "Edepden ibârettir." diye tanımlayan Ebû Hafs, Horasan mektebinin fütüvvet telakkisini benimseyen, hac yolculuğu sırasında Irak ve Hicaz bölgesindeki sûfîlerle görüşen ve onların fikirlerinden de etkilenmiş bulunan bir mutasavvıftı. Fütüvveti "Başkalarına insafla muamele etmek ve başkalarından insaf etmelerini beklememek" diye tanımlar ve fütüvvetin sözle değil, fiil ve tatbîkatla gerçekleşebileceğini söylerdi.
   Nişabur mektebine mensup mutasavvıflar, Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan mektebinin tesiri altındaydılar. Aslında tasavvufî ekoller, gerek kaynaklarının aynı oluşu, gerekse devamlı münâsebetleri sayesinde, dâimâ birbirlerinden etkilenmişlerdir.
   Hamdûn Kassâr (ö.271/884) ile Nişabur'da ortaya çıkan "melâmet" fikri, Irak'ta ve diğer bölgelerde gelişen zühd ve tasavvuf hareketine bir tepki mesâbesindeydi. Melâmiler Irak tasavvufunu daha çok şekil, kisve ve zâhirî şartlar ağırlıklı bir ekol olarak görürken, melâmet fikrini dînî ve içtimaî merasimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydiler. Melâmet genellikle, "nefsi dizginlemek, kınamak, itham etmek, kendine âit ibâdet ve tâatları azımsamak" şeklinde anlaşılır. Bu yüzden melâmet fikri selbî düşünceye daha çok ağırlık verir. Melâmetî, zemm ve levm fiillerinden bahsettiği kadar sena ve medih fiillerinden bahsetmez. Riyâyı anlattığı ve çirkinliklerinden bahsettiği kadar ihlâstan söz etmez. Bu düşünceye sâhip kişiler, amellerinin eksiklik ve kusurlarını anlatmayı amellerinin güzellikleri konusunda söz etmeye tercîh ederler. Bu yüzden melâmet "sahv" yolunu benimseyen, halvetten çok celvete önem veren bir anlayıştır. Nişabur'da gelişen melâmet anlayışının ilk tabakasını Hamdûn Kassâr ve Ebû Osman Hîrî (ö.298/910); ikinci tabakasını Mahfuz b. Mahmûd Nişâbûrî (ö.303/915), Ebû Muhammed Murtaış (ö.328/939), Abdullah b. Münâzil (ö. 329/940); üçüncü tabakasını da Ebû Bekir Nişâbûrî (ö.360/970), Ebu'l-Huseyn Ali b. Bundar (ö. 350/961), Ebu'l-Hasan Bûşencî (ö.348/958), Ebû Amr İsmail b. Nüceyd (ö.366/976) teşkil eder.1
 

    ___________
   1. bk. Afîfî, el-Melâmetiyye, s., 44 vd.

 

 

TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 2 ::..

   Başlangıçta tasavvufa tepki gibi ortaya çıkan melâmet hareketi, daha sonraları tasavvufî sistem içinde, bir yandan bir meşrebin adı olma özelliği kazanırken, diğer yandan bir tarîkatın adı olmuştur. Bununla birlikte târih boyunca melâmet fikri ve melâmîlik mensubu kişiler, genellikle ihtiyatla karşılanmış ve zaman zaman da takibata uğramıştır.
b. Mısır Mektebi, Mârifet ve Muhabbet
   Mısır'da sistem bâzında tasavvufun temelleri Zünnûn Mısrî (ö.245/859) tarafından atılmıştır. Zünnûn, Ma'ruf Kerhî'den sonra mârifet ve muhabbet konusunda söz söyleyen ve bu konuda nazariye geliştiren sûfîlerdendir. Ona göre mârifet üç türlüdür: Birincisi genel anlamda mü'minlerin, ikincisi kelâmcıların ve hikmet ehli kişilerin, üçüncüsü de Allâh'ı kalbleriyle tanıyan evliyânın mârifetidir. Bu üçüncüsü mârifet derecelerinin en üstünü olup yakîn ile dopdoludur. Allâh'ı vahdet sıfatıyla tanımaktır. Bu tür bir mârifet, istidlal ve nazar yoluyla değil, ilham yoluyla gönle doğan, Allâh tarafından kalbe ifâza olunan bir mârifet türüdür. Keşf ve ilham ile hâsıl olan bu mârifetin dışındaki yollarla Zât-ı kibriyâ'yı tanımak, ancak selbî sıfatlarla olur. Zünnûn yakînî mârifetin Hakk'ın bir ikrâmı olduğunu şu lâfızlarla anlatır: "Ben Rabbımı Rabbımla tamdım. Eğer O olmasaydı asla O'nu tanıyamazdım."
   Zünnûn'un mârifetle ilgili gördüğü muhabbet, insanı Allâh ile ittisale erdirecek mâhiyettedir. İnsan bu sevgi ve ittihad sayesinde kendisinin Hakk'ta müstağrak olduğunu hisseder. Ancak böylesine ulvî ve rûhî sevgiye eren kimse, durumunu başkasına arzetmekten sakınmalı, sır saklamasını bilmelidir.
   Zünnûn Mısrî, Mısırlı bir sûfî olmakla birlikte, onun tesir ve nüfûzu, Mısır dışında Sehl b. Abdullah Tüsterî, Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Abdullah b. Cellâ ve Ebû Saîd Harrâz gibi mutasavvıflara kadar uzanmıştır.2

    c. Şam Mektebi, Açlık ve Gece İbâdeti
   Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibâdetini öne çıkaran ve bu yüzden "Cûıyye ve ehlü'1-leyl" adıyla anılan sûfîlerce temsil edilmiştir. Bunların başında Ebû Süleyman Dârânî (ö.215/830) ve talebeleri Ahmed b. Ebi'l-Havârî ile Ahmed b. Âsım Antâkî gelmektedir. Ebû Abdullah b. Cellâ ile Feth Mevsılî bu dönemde Şam bölgesinde yetişen ünlü mutasavvıflar arasında yer alır.
   Şam mektebinin önderlerinden sayılan Dârânî, tasavvuf târihinde "ehlü'1-leyl" tâbirini ilk kullanandır. Ona göre ehlü'1-leyl olan kimselerin gece ibâdetinden aldığı tad ve haz, eğlence düşkünlerinin eğlenceden aldıkları taddan daha fazladır. Dârânî, ehlü'l-leyli üç derece olarak tasnif eder: Birinci derece, düşünerek okuyan ve ağlayan, ikinci derece düşününce cezbelenip sayha eden ve bununla rahatlayan, üçüncü derece ise okuduğunu düşünen ve bunun sonucu şaşkınlık ve hayrete düşerek sayha etmeye mecali kalmayanlardır. Yine o, "takvâ ehli kimselerin ölümünü ebedî hayâta açılan bir kapı olarak görmekte, diri oldukları hâlde nice ölmüş kimselerin bulunduğuna" dikkat çekmektedir. Allâh ile kul arasındaki sevginin "dil dudak deprenmeden" anlaşılması gereken bir keyfiyet olduğuna işâretle der ki: "Ârifin basîret gözü açılınca dünyâ gözü kapanır. Artık Allâh'tan başka birşeyi görmez olur." Ebû Süleyman'a göre kalbe dünyâ yerleşince orada âhırete yer kalmaz.
   Dârânî'nin talebesi ve Cüneyd'in arkadaşı bulunan Ahmed b. Ebi'l-Havârî, Cüneyd tarafından "Reyhânetü'ş-Şâm" lakabıyla anılırdı. Ahmed, dünyâ sevgisinin Hakk'a nasıl perde olduğunu şöyle anlatır: "Kim dünyâya istek ve sevgiyle bakarsa, onun gönlünden yakîn nuru ve zühd çıkarılır. Allâh Rasûlü'ne ittibâ etmeden yapılan amel boşunadır."
   Ebû Abdullah b. Cellâ, ana-babası tarafından Allâh yoluna vakfedilmiş bir gönül eriydi. Âbid, zâhid ve muvahhid kavramlarını şöyle açıklardı: "Övgü ile yergiyi eşit gören zâhid, farz ibâdetleri tam ve zamanında yapmaya çalışan âbid, bütün fiilleri Allâh'a âit gören, Vâhid'den başkasını görmeyen muvahhîddir." Bu söz bile daha o devirlerde sûfîlerin vücûdî tevhîd konusuyla ilgilendiğini göstermektedir.
   Bunlardan başka Şam bölgesinde bu yıllarda yetişmiş bulunan Ahmed b. Âsım Antâkî ile Feth Mevsılî ve benzerleri bu mektebin özelliklerine yeni ve farklı bir şey ilâve etmemişlerdir.

    d. Bağdad Mektebi, Tevhîd ve Aşk
   Asırlar boyu İslâm devletinin pâyitahtı olan Bağdad, aynı zamanda ilim ve kültür merkezi olma özelliğine sâhip bulunduğundan, tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sâhibi müellifleri burada yetişmiştir. Bağdad tasavvuf mektebi Basra mektebinin izlerini taşımaktadır. Bağdad sûfîleri arasında ilk defa "sûfî" adıyla anılan Ebû Hâşim Sûfî ile ilk tasavvuf târifi yapan Ma'rûf Kerhî'nin önemli bir yeri vardır.
   Ma'rûf Kerhî ma'rifet ile muhabbet arasında ilgi kurmasıyla ünlüdür. Sevginin bir Hakk vergisi (vehbî) olduğunu, insanlardan öğrenilecek (kesbî) bir konu olmadığını, dolayısıyla makam değil hâl olduğunu ifâde etmiştir.
   Hicrî III. asırda Bağdad'da yetişen sûfîlerden biri Mansûr b. Ammâr'dır (ö.225/840). Âteşin bir vâiz ve iyi bir hatib olan Mansûr, "nefs, kalb ve takvâ" gibi gönül âlemine âit kavramlardan ilk bahsedendir. Bağdad'daki Mu'tezile mensuplarının "halkı-l Kur'ân" görüşüne karşı ehl-i sünnet görüşünün savunucusu oldu. Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarının yanında yer aldı.
   Bağdad'ın "yalın ayak" anlamına gelen "Hâfî" lakabıyla ünlü sûfîsi Bişr b. Haris (ö.227/841), zühd ve verâ ile tanınmış bir şahsiyetti. Hattâ devrin Abbasî hâlifesi Me'mûn, onun hakkında: "Bu beldede (Bağdad) ondan başka kendisinden çekinilip utanılacak bir kimse kalmadı." derdi. Zengin bir âilenin çocuğu olmasına, çocukluğu bolluk ve refah içinde geçmiş olmasına rağmen, tasavvuf yoluna girince son derece zâhidâne bir hayât yaşamıştır.
   Eserleri ve tesiri bugünlere uzanan Bağdad sûfîlerinden biri de Haris b. Esed Muhâsibî (ö.243/857)'dir. O, bir sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler sırasında inkişaf edecek hakîkatleri ve tecellî edebilecek mârifet ve bilgilerle mânevîyat yolunun sıkıntılarını en iyi şekilde anlatmıştır. Daha sonraki tasavvuf müellifleri Kuşeyrî ve Gazzâlî'nin eserlerinde atıflarda bulunduğu Muhâsibî, ilim, takvâ ve hâl açısından eşsiz bir sûfîdir. Ona göre "bâtınını murâkabe ve ihlâsla doğrultan kimsenin Allâh Teâlâ zâhirini mücâhede ve sünnete uymakla süsler."
   Muhâsibî kendisinden sonraki mutasavvıflar üzerinde etkili olmuş, eserleriyle tasavvuf târihimizde derin izler bırakmıştır. Otuzu aşkın eseri günümüze ulaşmıştır. Muhâsibî'nin tasavvuftaki metodu, rûhî hayâtın gelişmesine etki eden tesirlerin sebep ve sonuçlarını inceleyen "tahlilci" bir metoddur. Nitekim onun "İbâdetin esâsı verâ, verânın esâsı takvâ, takvânın esâsı nefs muhasebesi, muhasebenin esâsı havf ve recâdır." sözü bu anlamda bir ölçüsüdür. "Muhâsibî" tasavvuf yolunda "nefs muhâsebesi"ni esas aldığı için bu adla meşhur olmuştur.
   Muhâsibî ile çağdaş ve arkadaş olan ve Cüneyd Bağdâdî'nin dayısı ve üstadı bulunan Seriy Sakatî, tevhîd ve takvâ ilimlerinden bahseden sûfîlerin ilklerindendir. Önceleri ticâretle meşgul olan bu gönül adamı, daha sonra ticareti bırakarak kendini ibâdet ve zühde vermiştir. Onun tasavvuftaki en önemli özelliği, hakîkat ve tevhîdden ahvâl ve makâmâttan3 bahseden sûfîlerin ilklerinden olmasıdır. Kuşeyrî, Seriyy'i ilim ve hakîkati cem'eden beş kişiden biri olarak saymaktadır.
   Ebû Hamza Bağdadî (ö.269/882) özel anlamda Bağdad tasavvufunda, genel olarak tasavvufta zikir safâsı, cem'-i himmet, muhabbet, aşk, kurb ve üns gibi kavramlardan ilk bahsedendir.
   Ebu'l-Huseyn Nûrî (ö.295/907) tevhîd konusunu tenzih ve ittisal arası bir ifâde ile anlatan sûfîdir. Cüneyd ile çağdaş ve arkadaştır. Tevhîd konusundaki ince düşüncesi sebebiyle, zaman zaman sıkıntılı ithamlara da maruz kalmış olmakla birlikte, Nûrû'nin fikirleri, Hallaç ve benzerleri için bir ön hazırlık niteliği taşır. Sûfîlerin yanlış anlaşılabilecek bu tür bâzı sözlerini değerlendiren Ebû Nasr Serrâc, el-Luma' adlı eserinde onun fikirlerine özel bir bölüm ayırmıştır.4
   Cüneyd Bağdadî (ö.297/909) Tasavvuf ve tarîkatlarda "ser-halka" kabul edilen müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve mânevî sarhoşluğu" önde tutan Bâyezid-i Bistâmî'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu fark eder. Halbuki sekr hâli arttığında mes'ûliyetin kalkacağı bir konuma düşer. Sekr, kulun kalbine gelen ve aklını başından alan bir hâl ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hâl olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercîh etmesine imkân veren bir durumdur.
 

    ___________
   2.52. bk. Afifi, et-Tasavvuf, s. 101
   3.Tezkiretül'-evliyâ, 330
   4.bk., s 492-495

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol