TARİKATA SÜLÛK ETMEK
..::
1 ::..
Mîrâcü'sseâde
kitabında nakledildiğine göre İmam Rabbânî kuddise
sirruh şöyle buyurmuşlardır: "Bir kimse tarikata sülük
etmek, şeyhe intisab etmek üzere geldiği zaman şeyhin
ona ilk emredeceği şey istiharedir. Şeyh müridin
durumuna göre istihareyi üç veya yedi defa yaptırır.
Eğer şeyh, müridin kalbinin mutmein olduğunu ve
arzusunda sâdık bulunduğunu görürse bu da istihare
yerine geçer ve doğrudan doğruya tarikatı telkin eder.
Şeyhin istihareden sonra ilk emredeceği şey tevbedir.
Burada müridin icmâlî, yani bütün günahlarını hesaba
katarak bir tevbe yapması emrolunur. Mürid, sülûke
başlarken bütün günahlardan tevbe eder.
Bu
zamanda himmetlerin zayıf olması sebebiyle şeyh müride
yükleyeceği vazifeleri az az yükler. Hepsini birden
vermez. Bir müddet böyle devam eder."
Sonra
şeyh müridin haline münasib bir mikdar zikir verir.
Müridin vazifesine sadâkat göstermesine, işe önem
vermesine göre gerekiyorsa zikir vazifesini artırır.
Sonra tedrici olarak tarikatın âdâb ve erkânını anlatır,
onu Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine mutlak
surette bağlı kalmaya teşvik eder.
Müride
kesin olarak kabul ettirir ki: Allah'a vasıl olmak ancak
Kitab ve sünnete uymakla mümkün olacaktır. Müridi şu
konuda da uyarır: Şayed Kitab ve sünnete aykırı düşen
bir keşif ona arız olmuşsa buna itibar edilmez.
Şeyh,
bir talibden söz almak istediği zaman, şeyh bir defa
Fatiha-i şerifeyi, üç defa İhlas-ı şerifi okur,
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e ve sonra
evliyaullahın ruhlarına ruhlarına hediye eder. Sonra
şeyh müride, gözlerini yummasını ve başını kalbi üzerine
eğip hayalen kalbine yönelmesini emreder. Sonra müridin
haline münasib olan ve ileride nakledeceğimiz
zikirlerden bir kısmını telkin eder.
İmam
Rabbânî hazretlerine bir defasında şunu sordular: "Bazı
erkekler ve kadınlar, yemeleri, giymeleri faizden,
Haramdan temiz olmadığı halde tarikata girmek
istiyorlar. Bir de "Biz bu faizi hile- i şer'iyye olarak
alıyoruz" diyorlar. Bunlara tarikat âdabını öğretmek
layık mıdır? Yahud böyle kimseler tarikata girmeye ehil
midirler?"
İmam
Rabbânî hazretleri şu cevabı verdi: "Onlara zikir telkin
edin, tarikat âdabını öğretin ve haramlardan
sakınmalarını emredin."
Müellif
der ki: Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de
faizle ve haramla meşgul olanlara islâmiyeti telkin
etmiş, irşadından onları hariç bırakmamıştır. Kâmil
mürşidler de Rasûlullah'a uyarak böyle yaparlar.
Avârifu'l-Meârif'de
der ki: "Eğer kul, ibadet ve batında süm'a kokusu
duyarsa ibadeti terk etmez. İbâdete devamla birlikte
bundan kurtulmak için çalışır, Allah'a istiğfar eder.
Süm'a, bir ibadeti başkaları işitsinler diye yapmak veya
işitmelerinden zevk duymak demektir.
Muhammed Masum kuddise sirruh yine buyurur ki: "Eğer
tarikat aranmadan, zahmet çekilmeden kolayca alınır ve
intisab etme işi çabucak gerçekleşirse genellikle
himmeti zayıf olan talihler bu işin yüceliğini idrak
edemeyerek basit zannederler. Bir şeyi arzu ettikten
sonra maksada vasıl olmak, arzu edilen şeyi aziz bilmek
ve ona layık olan değeri vermekle mümkün olur. Bu
intisabın bir an önce gerçekleşmesini isteyenler,
acelecilik gösterenler gerçek talibler olmadıkları gibi,
sohbete alınmaya da layık kimseler değildirler.
Bilindiği gibi dünyalık bir şeyi elde etmek için dünya
talibi olanlar diyar diyar gezmekte ve
usanmamaktadırlar. Hak ve hakikati arzu edenler ise
bunlardan daha az himmetli olmamalıdırlar. Onlardan daha
çok fedakâr olmalıdırlar. Sabırlı, azimli ve kararlı
olmalıdırlar. Bilmelidirler ki, asırlar boyunca Hak
âşıkları, hak ve hakikati bulmak için diyar diyar
gezmişler, dünyalık maksadlarla değil, sadece Allah'ın
rızasını tahsil için uzak memleketlere hicret
etmişlerdir.
Nakşbendiyye
büyüklerine göre vâsıl olmak için dört esas vardır:
Birinci esas: Sohbet. İkinci esas: Rabıta. Üçüncü esas:
Şeyhin telkin ettiği zikre devam. Dördüncü esas:
Teveccüh ve murakabe.
Hakiki
ve kâmil bir şeyhin sohbetine devam etmek en güzel ve en
sağlam esastır. Sohbetten istifade etmenin iki şartı
vardır:
Birincisi:
Peygamberimizin sünnet-i seniyyelerine tam uymak,
İkincisi:
Kâmil şeyhe muhabbet beslemek. Bunun birtakım edebleri
vardır. Fakat hepsi bu iki şartta toplanır. Bu güzel
ahlâkı öğrenip onu tatbik etmek, diğer ahlâkî esaslara
da riayet etmeyi gerektirir.
Vuslat
esaslarından birisi de şeyhin telkin ettiği zikre
devamdır.
Nakşbendî
tarikında silsileyle gelen zikir hafî zikir, yani kalble
yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli
"Allah Allah" diye kalble zikretmektir.
Hadîka'da
der ki: "Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların
en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım
olanları söyleyeceğiz: "Önce beden temizliği geliyor.
Allah'ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva,
hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim
göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest
al, halvethanene gir. İki rek'at abdest-şükür namazı
kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye
doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar
etsin. (Verilen sayı kadar).
Sonra
alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile
kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında
muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda
alıp verdiğin nefeslerini dünya hayatındaki son
nefeslerin olarak kabul et. Kabre yalnız başına
konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün
safhalarıyla düşün.
Sonra
bir defa Fatiha-i şerifeyi ve üç defa İhlâs-ı şerifi
okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh'un
rûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını
kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa,
dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine ,
dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline
bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine
yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak
Teâlâ hazretlerinin Zât ismini zikret. Zikrin
başlangıcında kalb diliyle zikreder.
Şayed
bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini
kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an
kesilmemesi gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri
"vukûf-i kalbi" derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb
zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder.
Sonra
zikrini Ruh'a nakleder. Latîfe-i ruh, sağ memenin
altındadır. Sonra zikrini Sırr'a nakleder. Latîfe-i
sırr, sadrın sol tarafındadır. Sonra Hafî'ye nakleder.
Latîfe-i hafî, sadrın sağ tarafındadır. Sonra Ahfâ'ya
nakleder. Latîfe-i ahfâ, sadrın tam ortasındadır.
Muhammed Ma'sum kuddise sirruh hazretleri el yazısıyla
şunları yazmıştır: "Bu letâiflerin nurlarına gelince:
Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı,
Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah,
Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.
Bu
beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk'ın "kün" yani
"ol" emriyle yarattığı âlem-i emirdendir ki maddeden
yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı
halk âleminin beş latifesiyle terkib etmiştir.
Bu
letaif de nefs-i natıka ve dört unsurdur. Yani toprak,
su, hava, ateş.
Sonra zikrini nefs-i natıkaya nakleder. Nefs-i natıka
beyindedir. Bu dört unsurun hepsi de onda dürülüdür.
Bu
yerlerden her birisi, yukarıda zikredilen tertib üzere
zikir mahallidir. Zikir, latife-i nefisde yerleşince
latîfe-i cesede intikal eder. Bu da zikri, cesedin
tamamıyla yapmaktır. Mürid Hazret-i Peygamber'in: "Sanki
sen onu görüyormuşsun gibi ibadet et" emrine bundan
sonra lâyıkıyla riayet etmeğe başlar. Buna sabırla ve
dikkatle devam eder. Artık o hale gelir ki bütün
zerreleriyle zikreder. Zikretmeyen hiçbir uzvu kalmaz.
Bundan sonra sultân-ı zikr, yani zikrin bütün varlığına
hakim olması gerçekleşir. İnsanın her tarafında artık
zikrullah hakimdir. Bundan sonra çevresindeki her şeyin
de Allah'ı zikrettiğini müşahede eder ve varlıkların
zikirlerini duyar.
|