NEFSİN KISIMLARI ..:: 1 ::..
Allah-ü Teâlâ'ya hamdü senalar ve O'nun resulüne salât-u selâmlar olsun. Ve Peygamberimizin âline, ashabına, hulefâ-i râşidîne de salât-ü selâmlar olsun. İnsanın nefsi şu dört husustan biri ile ilgilidir. 1 - Emmâre, 2 - Levvâme, 3 - Mülhime 4 - Mutmainne. Bu mertebelerden Allah-ü Teâlâ yanında makbul olan, mutmainne mertebesidir. Hak nazarında en merdud ve süflî olan mertebe de emmâre'dir. Allah-ü Teâlâ meşâyihe öyle bir hususiyyet vermiştir ki o sayede nefs-i emmâre'yi terbiye ederler. Bu, O'nun en büyük bir lûtf-u keremidir. Yalnız terbiye etmekle kalmazlar o nefs-i emmâreyi, sırasıyla levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneli-ğe döndürürler. Bundan maksat; "İrciî" hitâb-ı İlâhîsine kabiliyet kesbetmek, Allah-ü Teâlâ'ya hakikî kul ve Resulüne hâlis ümmet olmaktır. Şimdi sırasıyla bu dört mertebeyi, Allah-ü Teâlâ'ya çağırıl-mayı, bunların mertebesini ve sıfatını bir bir açıklıyalım; böylece, kendi nefsinin derece ve kademesini kendin takdir et. Yeter ki sen kulağını bu tarafa ver ve gaflet pamuğunu kulağından çıkar. Ancak bu sayede anlatılmak istenileni anlıyabilirsin: Nefs-i emmâre sahibi olanlar şu üç guruptur: 1 - Fâsıklar, 2 - Münafıklar, 3 - Kâfirler. Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde buyurur ki: Mânası: "Nefs-i emmâremi temize de çıkaramıyorum. Çün-ki gerçekten nefis kötülüğü şiddetle emreder." (Yûsuf sûresi, âyet: 53). Allahü Teâlâdan azan ve âsî olan kâfir olur, münafık olur veya fâsık olur. Bu hususta kişinin itikadı esastır. Mühim rol oynar. Herkes nefsini emmârelikten kurtarıp mutmainneliğe yaklaştırmaya devamlı gayret etmelidir. Nefis denilen şey süt emen bir çocuğa benzer. Verirsen içinde binbir gıda bulunan sütü emer. Bundan keser, başka şeyler yedirirsen onları yer ve onlara göre gıdalanır. İslâm'ı kabul etmiş, Allah'ın birliğine, ezelî ve ebedî olduğuna inanmış, Resûlüllah'a, haşr-u neşre, kitaplara, meleklere, peygamberlere ve Hakkın buyurduklarının hepsinin hak olduğuna, Resûlüllahın (S.A.V.) hak ve gerçek olduğuna îtikat etmiştir. Buna rağmen nefs-i emmâreden vaz geçmemiş kimselerin adı fâsık'tır. Bunun sebebi, nefs-i emmârenin sıfatıyla sıfatlanmış olmalarıdır. Nefs-i emmârenin sıfatı nedir? şeklinde bir soru akla gelebilir. Biraz sonra bunun cevabı verilecektir. Bu kimseler tevbe edip emmâreye uymaktan dönerlerse Allah-ü Teâlâ onları kabul eder. Günahlarını yüzlerine vurmaz, azab da etmez. Zira onlar, o günahı işlememiş gibi olurlar. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) buyurur ki: Mânası: "Günâhından hulûsu niyyetle, kalbinden pişman olarak tevbe eden, günah işlememiş gibidir." Eğer fâsıklar tevbesiz olup îman ile ölürlerse cehenneme girerler ve günahlarının cezasını görürler. Hak Teâlâ'nın dilediği kadar yandıktan sonra çıkıp cennete girerler. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûîüllah demiş olmanın şefaati onları cehennemde bırakmaz ve çıkarır. Yine Efendimiz (S.A.V.) buyurdular ki: Mânası: Kalbinde bir miskal miktarınca îman bulunan bir kimseyi o îman, cehennemde bırakmaz, çıkarır. Yine Efendimiz (S.A.V.) buyururlar ki: Bir kavim cehennemde yana yana kömür gibi olduktan sonra vazifeliler onları alır, Hayat Nehri adı verilen ırmakta yıkarlar. Derileri yeniden vücuda gelir. Yüzleri ayın ondördü gibi olur. Bunlar için denilir ki: Bunlar öyle bir taifedir ki Hak Teâlâ onları cehennemden âzâd etti. Diğer iki taife de kâfirler ve münafıklardır. Bunların hakkında birçok âyet ve hadîsler gelmiştir. Kâfirler ve münafıkları cehennemin esfeline sokar ve orada ebedî kalırlar. Bu hususta vârid olmuş âyetler: "Allah, bütün kâfir ve münafıkları cehennemde bir araya getirir." (En-Nisâ sûresi, âyet: 140) "Münafıklar, ateşin en aşağı derecesindedirler." (En-Nisâ sûresi, âyet: 145) Kâfir: Allah'ı, kelâmını, resulünü inkâr edenler ile putperestlerdir. Bir kâfir çeşidi daha vardır ki; küfrü îcabedecek söz söyler, tevbe ve istiğfar etmez. Sözünden dönmez. Israr eder. Neûzü billâh böyleleri dünyadan imansız gider. Münafıklar da iki türlüdür: 1 - Halk içinde oruç tutar, namaz kılar. Kendisi gibi olanlarla beraber olduğunda küfrünü açığa vurur. Bunlar Kaderiye ve Cebriyecilerdir. Hurûfîlerdir. Bâcîler ve Hulûlîler de bu fırkaya dahildir. Bunların ve bunlara benzeyenlerin sözlerini söylemeye değmez. Hak Teâlâ buyurur ki: "Ancak yalanlayıp sırtını çeviren şakı onun odunu olur." (El-Leyl sûresi, âyet: 15) Resul (S.A.V.) bunlar ve benzerleri hakkında buyurur: "Üç haslet vardır ki bunların üçü de bir kimsede bulunursa, o kimse dörtbaşı mâmur bir münafıktır." Lâkin bunlardan biri bulunursa o kimsede münafıklığın üç kısmından bir kısmı mevcut demektir. Onu terk ile tevbe etmedikçe münafıklık hasletinden kurtulamaz. Namaz kılmakla, oruç tutmakla böyle bir insan müslüman olmaz. Ben müslümanım demekle, kendini müslüman sanmakla da müslüman olunmaz. O üç haslet şunlardır: 1 - Söz söylediğinde yalan söylemek, 2 - Va'dettiği halde va'dinde durmamak, 3 - Emanete hıyanet etmektir. Bir rivayette de, iki haslet vardır ki nifak yâni münafıklık alâmetidirler: 1 - Ahdedip ahdini bozmak, 2 - Bir kimse ile çekişme, çirkin sözler söyleme (sövme gibi). Müslüman olan kimseler bu nevi hasletlerden sakınmalıdır. Nefs-i emmâreden sıyrılıp temizlenmedikçe şakilikten kur-tulunmaz ve kurtulmak mümkün de değildir. Zira emmâre-i bis-sû' denilen nefis, kimde mevcut ise onu hayırlı işlerden alıkoyup devamlı şerre teşvik ve sevk eder. Devamlı fısk'a, fücur'a, şekavete ve nifaka çağırır. Emmârenin mânası emredici, buyurucu demektir. Her kimin ki nefs-i emmâresi beden şehrine buyruk kesilir ve sözünü geçirirse işte o kimse fâsıktır, münafıktır veya kâfirdir. Neûzü billâh. Aziz olan insanda kemâl ve olgunluk, nefsini bilmek, nefsin merdûd ahlâkını görmek, ahlâk-ı hamîdeyi kendine huy edinmekle olur. İrciî emrine nefsinde kabiliyet kesbetmekle olur. Tâ kendisinde ma'rifet-i Hak hâsıl oluncaya kadar. İnsan olmaktan maksat, Hakkın ma'rifetini hâsıl etmektir. Hak Teâlâ bir Hadîs-i Kudsîde: "Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeyi istedim. Sonra bu mevcudatı yarattım." (Senedinde ve mevzûiyetinde ihtilâf vardır.) Bu mahlûkat ma'rifet için yaratılmıştır. Bir kişi yoktur ki O İlâh'ı bilmesin, O'nun vahdâniyyetine şehadet etmesin. Mevcudattan herbirinin kendine göre bir ma'rifeti ve Hakk'ı bilmesi vardır. Ma'rifetten nasib miktarı vardır. Hakikî ma'rifet, Hakkın zât ve sıfatına mahsus olan ma'rifet insandan başka mahlûkatta bulunmaz, Havassu'l-havas ismi verilen kimseler hakikî ma'rifete sahip olmuş kimselerdir. Bu mevzuda güzel, pek çok lâtîf sözler, bahisler ve sualler vardır. Ma'rifetin üç mertebesi vardır: 1 - Ma'rifet-i âm: Bu husus, bütün mahlûkatta müşte- rektir. 2 - Ma'rifet-i Hâs. 3 - Mârifet-i hâs-ul-hâstır. Üçüncü mertebeye yükselebilmiş kimsede muayene ve müşahede sıfatları hâsıl olmuştur. Bu mertebeye ma'rifet-i hakikî denir. Bu mertebenin hâsıl olması için insanın tamamen kendisinden fânî olması, talipte bilkülliyye mahbûbun tecellî etmesi gerekir. Ma'rifet gibi îman da üç mertebedir. Kişinin îmanı marifetine göre olur. Ma'rifeti de îmanına göre olur. Bu hususta da söylenecek çok şey vardır. İmanın bu mertebelerini öğrenip ona göre îmanını taklid-den tahkîka doğru yükseltmelidir. İmanını avam îmanından kurtarıp havas îmanına doğru yüceltmelidir. İmanın üç mertebesi: 1 - En aşağı avam tabakasının îman mertebesidir. İmanın bundan aşağı mertebesi yoktur. Bu kadarı da olmazsa ona îman denmez. İmanı bu derecede olan cennete girer. Yukarıda da geçtiği üzere Efendimiz (S.A.V.) buyururlar: "Kalbinde zerre miktarı îman olan ateşte kalmaz, cennete girer." Yine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyururlar: "İman; Allah-ü Teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölüp de dirileceğimize, kıyamet gününe, cennete, cehenneme, hayır ve şerrin Allah-ü Teâlânın takdiriyle olduğuna dil ile ikrar edip kalble inanmaktır." Bu, avâmın mertebesinde bir îmandır. Bundan aşağı mertebede bir îman yoktur. Yâni bunları inkâr eden kâfir olur. Bundan yukarı mertebe de Havasların îman mertebesidir. 2 - Hâsların îmanı (îman-ı hâs) : Bu da âmentü'nün esaslarını dil ile ikrar edip kalb ile inandıktan sonra sözümüzde, işimizde, ibadetimizde Allah-ü Teâlâ'nm bizi görüyor olduğunu bilip düşünmek, daima, her hâl ü kârda bu duygu ve düşünce üzere olmaktır. Her ne işlerse Allah'ı görür durur. Bu mertebeye îman-ı ihsanı dahi derler. Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizden îman-ı ihsanî suâl olundukta buyurdular ki: "İhsan: Senin Allah-ü Teâlâ'yı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de, O seni daima görür." Efendimiz böyle buyurduğu için bu derecedeki îmana îman-ı ihsanî dense münasiptir. İmanı havas derecesine erişmiş kimse ibadet ve tâatında Allah-ü Teâlâ'yı görür durur gibi olur. Gizli ve aşikâre her ne yapar ve ederse ihlâsla, Allah'ı hâzır-nâzır bilerek işlerler. Allah-ü Teâlâ'nm ululuğunu öyle fikrederler ki gönüllerine Allah'-dan gayrı hiçbir şey gelmez. Allah'dan gayrı hiçbir şey ile gönülleri safa bulmaz. Oturup kalkmaları, yürüyüp durmaları hep edeb ve hudû' iledir. Konuşurlarken sağlarından ve sollarından haberleri olmaz. Sağında ve solunda erkek mi, dişi mi, hayırlı mı yoksa şerli mi farkında olmazlar. Böylelerin îmanları yakîn üzeredir. Bundan da yukarı bir mertebe vardır. O da: 3 - Hâs-ul-hâs mertebesidir. Bunların gönülleri başkalarının hayâlinden dahi arınmıştır. Pâk olmuş ve basiret gözleri açılmıştır. Allah-ü Teâlâ böylelerin ruhuna sıfatıyla tecellî eder. Basiret gözüyle görüp bu tecellîye îman ederler. Vücutlarının her âza ve kısmıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göz-kulaklarıyla, zâhir-bâtmlarıyla, saçsakalının herbir kılıyla îman ederler. İkinci mertebede adı geçen havaslardan bu mertebedekiler çok üstündür. Bu mertebedekilerin zatî fânilikleri ne şekildir, onu yerinde tedkik edeceğiz inşâallah... Bu fenaların birkaç mertebesi vardır: a -Fenâ-yı Ruh, b - Fenâ-yı Suret, c - Var Tarîk'ı. Dervişlikte öyle hususlar, makam ve mertebeler vardır ki, harfler ve seslerle ifadesi kabil olmayıp ancak dervişlerin lisanıyla ifadesi mümkündür. O hususları işitebilmek için onların kulağı gibi kulağa sahip olmak gerekir. Bu hususların bâzılarını görmek lâzımdır, işitmekle olmaz. Bâzıları görmekle de, işitmekle de olmaz, tatmak îcabe-der. "Men lem yezuk lem yedri" Mânası: "Tatmayan bilmez."
NEFSİN KISIMLARI ..:: 2 ::..
Ey kardeş! Avâmın, havâs'ın, havâs-ul-havasın îmanının ne olduğunu şimdi öğrendin. Aslında üçüncü mertebeyi yâni ha-vas-ul-havas mertebesini hiç kimse lâyıkı veçhile anlatıp dile getiremez. Biz aslını ve hakikatini değil, bizim bilgimizin derecesine ve kifayeti nisbetinde anlatmaya çalışıyoruz. Hak Teâlâ'nm kulları üzerine rahmeti üç mertebedir: a - Rahmet-i âm, b - Rahmet-i hâs, c - Rahmet-i hâs-ül-hâstır. a - Rahmet-i âm: Yer yüzünde müslüman - kâfir, ins - cin, vahşî hayvanlar, kuşlar ve bütün mahlûkatı ihtiva eder bir rahmettir. b - Rahmet-i hâs: Bu rahmet, âhirette yalnız mü'min kullara mahsustur. Bu rahmeti Hak Teâlâ âhirette mü'min kullara mertebelerine göre ihsan edecektir. Bunları söylemekten maksat; ben Lâ ilahe illallah, Muham-meden resûlullah derim, namaz kılar, oruç tutarım, hacca gider, zekât veririm ve tevbe ederim diye mağrur olmıyasın, bunları mücerred olarak yerine getirmekliğine aldanmıyasın. Dinî bakımdan her vazifeyi bihakkın yerine getirdiğine zâhip olmı-yasın. İbadet, tâat yoluna seğirtip tâ bu mertebelere ulaşasın. Senin nefsin, emmârelikte karar kılarsa bu yüksek mertebelerden mahrum kalırsın. İnsanlık menziline erişemezsin. Sa'y ü gayreti elden koymamak gerek. Mücerred ve zahirî ibadetle olmaz. Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde buyurur: Mânası: "İnsanın eline sa'y ü gayretinin neticesinden başkası geçmez." (En-Necm sûresi, âyet: 39) Bundan maksat ibadet ve tâat yolunda gayret sarfetme-miz, bulunduğu manevî makam ve menzile razı olmayıp daha yükseğine mazhar olmaya gayret etmemizdir. Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde buyurur ki: "Her kim Hak Teâlâ'nın dîdârmı görmek isterse amel-i sâlih işlesin." (El-Kehf sûresi, âyet: 110) Amel-i sâlih nedir? Amel-i sâlih iki kısımdır: 1 - Zahirî ve sûrî olan amel-i sâlih, 2 - Bâtınî ve manevî olan amel-i sâlih. Şerîatın emrettiği farzları, sünnetleri, âdabları yerine getirmek bu iki kısmın da ihtivası içine girer. 1 - Zahirî ve sûrî olan amel-i sâlihe misâl: Allah-ü Teâlâ'nın mahlûkatından hiç kimseyi incitmemek, mahlûkatın nefsine ve malına zararı dokunabilecek bir fiili işlememektir. 2 - Bâtınî ve manevî olan sâlih amellere gelince; kalbi nefsin fesadlıklarından kurtarıp iyiliğe ve salâh'a götürmek,nefs-i emmâreyi mutmainneliğe çevirmek, bu hususta nefisle mücâhede etmektir. Nefs-i emmâre ile muttasıf bulunan ve kavm-i fâsık olan kimseler, kâfir ve münafıklardır.
NEFS-İ LEVVÂME: Bu, zâlimdir. Lâkin mülhime mertebesi arzu edilen ve nail olunması istenilen bir makamdır. Dünyada insanın işi em-mârelikle süflîleşmiş olan nefsini sırasıyla levvâmeliğe, mülhi-meliğe, mutmainneliğe yükseltmeye çalışmak olmalıdır. İnsan kendini Allah'a ısmarlayıp tâat ve ibâdet üzere olmalıdır. Tâ ki, bu sayede yarınki gamlı ve kederli günlerinde gamsız ve kedersiz olabilsin. Dünya hayatında kişi nefsini bilmeli, onun terbiyesi ile meşgul olmalıdır. Amelini de görüp bilmek, yaramazını ve zararlısını değiştirmek, iyisini ve hayırlısını alıp yerleştirmek ve devamlı bir şekilde bu gayret içinde bulunmak gereklidir. Bu nefs-i emmârenin âfetlerinden sakınmanın en müsbet ve ma'kul çaresidir. Kişinin ameli, kendisini dünyadan âhirete saadet ve selâmetle iletecek bir aracısı ve vesilesidir. Böyle yapmadığımız takdirde yârın Hakkın huzuruna vardığımızda amellerimiz yüzümüze çarpılır. Zira âhirete vardığımızda amellerimiz Hak Te-âlâ'nın huzuruna arz olunacak. Terazide tartılacak. Arasat meydamnda toplanılacak. İşte bunları düşünüp hesaba katmak lâzım. Yârın pişman olanların durumuna düşebiliriz. Pişmanlık faide vermez. Ancak nedamet ve hasret hâsıl olur. Bu dünya hayatında ameline mukayyed olmayıp iyisini bilip öğrenmeyen kimsenin hâli şuna benzer: Bir pazarcı bir vilâyete vardı. Nice nice ağzı kapalı çuvalları alıp alıp yığdı. Çuvalların ağzını açıp içinde ne var, ne yok diye bakmadı. Memleketine geldiğinde açıp baktı. İbrişim (ipek) zannettiği şeyler abâ eskileri değil miymiş? Hepsi de bir işe yaramaz. Pazarcı rezil ve rüsvây olur. Utanır, üzülür.. Dünyada nefsini amellerin iyisine sevk ve teşvik etmeyen kötülüklerini ve fesatlarını bırakıp iyilerine ve sâlihlerine yöneltmeyen kimse de bu pazarcının durmuna düşer. O amel yüklerini dünyadan âhirete, kıyamet arsasına götürdüğünde Hak Teâlâ'ya arz eder. Lâkin bütün kötü işleri yüzüne çarpılır, geri çevrilir. Üzülür, ümitsizlik ve korku içinde mahv ve helak olur. Şimdi ey kardeşim! Amellerinin yükünü ve çuvalını burada iken aç ve içinde ne var ne yok gör. Kötülerini, işe yara-^ mıyanlarım bir daha alma, işe yarayanlarını çuvala bol bol doldur. Nefs-i emmâre ile ilişiği olanları bir daha kapına yaklaştırma. Zira onlar Hak Teâlâ nazarında merduddur. Nefs-i lev-vâme ve mülhimeden hâsıl olanları dahi teftiş ve kontroldan geçir. Onların içinde mâsiva ile kirlenmiş ve lekedâr olmuş olanları bulunabilir. Emmâreden bir miktar dahi olsa kabrinde de rahat bırakmaz kıyamette de. Azaba giriftar olursun. Bu hususta mürşidin yardımına ve görüşlerine ihtiyaç fazladır. Kötülükleri bırakmak, onlardan rücu' etmek, mürşid-i kâmilin huzurunda tevbe ettikten sonra bir daha bu çirkin amelleri hiç işlememek gerek... Nefs-i mutmainneden hâsıl olan ameller ise, başlı başına iyi amellerdir. Hepsi de Hakkın huzurunda ortaya çıkarmaya lâyıktırlar. Gaye emmârelik, levvâmelik, mülhimelik kademelerinden yükselerek mutmainneliğe erişmektir. Zira Nefs-i Mut-muainneliğe varıldığında Hakka en lâyık olur. Hakkın huzuruna dahi çağırılır. Kur'an-ı Kerîmde buyurulur: "Ey mutmainne nefs! Dön Rabbine (cennetine) sen ondan razı, o da senden razı." (El-Fecr sûresi, âyet: 28) Kişi kendi nefsini bilmeli ve onun ıslâhı ile meşgul olmalıdır. Amellerin sevaplı olanına devamla günah olanını terk etmelidir. Böylece dünyevî ve uhrevî âfetlerden sakınmış oluruz. Nefis, bütün ayıplardan kurtaramadıkça Hakkı bilmek kabil olmaz. Nitekim mübarek bir sözde buyurulmuştur: "Kim ki nefsini bilirse Rabbisini de bilir." "El-kelâmü yecürrü ilel-kelâm." Mânası: "Söz sözü açar." O halde deriz ki: Önce insan nefsini bilmeli, sonra nefsin mânasını bilmelidir. Mâna-yı nefs hâsıl olmadıkça ma'rifet-i Hak da hâsıl olmaz. Nefsin terbiyesi ile meşgul olmak, riyazet, mücahede ve zikrullaha devam etmek gerektir. İşte bu hususta tekâmül kay-dedebilenler sıfat-ı insandan mâna-yı insana terakki eder. Hakkın sıfatı ancak mâna-yı insanda zahir olur. Ma'rifet-i nefsin hâsıl olması gerektir. İşte sadece o zaman mâna-yı insan hakk-ı mahz gibi görünür. Taleb edenin kendi nefsinden Hakkı temyiz etmesi gerektir. Kendi mânasına Hak dese Hakkı bilmemiş olur. "Men arefe nefsehû" makamına varmamış olur. "Fekad arefe rabbehû" ye gelince; bu hususta çokları hatâya düşmüşlerdir. Zira mânayı nefs-i Hak tasavvur ettiler. Sıfat-ı Hak ile zahir olduğu için "Enel-Hak" dâvasını güttüler. Şeyh Beyazıd-ı Bistamî Hazretleri der ki: "Otuz yıl çeşitli mücahedeler, riyazatlar, mezellet yâni hor-luk ve hakirlikle talep ve müridlik kapısında oturdum. Maksadım Bârî Teâlâ'ya nail ve lûtfuna mazhar olmak idi. 30 yıl sonra dostla benim aramda olan perdeyi kaldırdılar. Gördüm ki Bâyezid perde arasında zahir oldu. Yâni demek oluyor ki Bâ-yezid'in Rabbinin sıfatı Bâyezid'de tecellî etti. Sonra öyle zannettim ki istediğim yine kendim imişim. Çünkü gördüm ki bana görünen ancak Bâyezid'dir. Yâni Bâyezid'de görünen Hak sıfatı imiş. Mâna-yı Bâyezidi böylece bildim." dedi. "Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû." Mânası: "Kim ki kendi nefsini bilirse Rabbini de bilir." Muhakkak oldu, dedi. Öyle olsa bir kimse kendi mânasını bilip onun vasıtası ile Hakkı bilmesi, o kimsenin nefsini bilmesi ve ma'rifet kesbettim demesi yalandır. Aslı yoktur. Binaenaleyh: Nefsini bilen Rabbini bilir'in mânası ve sırrı; kim ki kendi mânasını bilir, o kimse Rabbini de bilir, demek olur. Kim ki kendinin niteliğini bilmez, o kimse Rabbini de bilmez. Kendinden gayrisini hiç bilmez. Bu münasebetle Hakkı da hiç bilmez. Nitekim demişlerdir. Kişi ki, keyfiyetini idrâkten âciz. Nasıl olur da kadîm ve ezelden Cebbar olan Allah'ın keyfiyetini bilir?. Bilemez... Kendi niteliğini bilmeyen kimse, o Ganî Cebbar hakkında ne söyleyebilir? İnsanın nefsi yâ emmâredir veya levvâmelikte. Makam-ı mutmainneliğe vâsıl olmayan kimse, bu mertebelere erişip ma'-rifet hâsıl edemez. Tasfiye edilecek hususların tamamen tasfiye edilmesi gereklidir. Hakkın o kimseyi çağırması lâzımdır. Bu da nefs-i mutmainne makamına vâsıl olmadıkça mümkin değildir. O makama münhasırdır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: "Ey mutmainne olan nefs! Senden razı ve senin de razı olduğun halde Rabbine dön." (El-Fecr sûresi, âyet: 28). Hakkı talep edene ve bu yolun yolcusu olmak isteyene evvelâ suret-i nefsi bilmek ve ondan sonra sıfatından mânaya yetişmek lâzımdır. Sonra ma'rifet-i Hak hâsıl olmalı. Nefs-i Mülhime, Nefs-i Levvâmeden üstün ve yukarıdır. Bunun çeşitli sebebleri vardır; zira nefs-i levvâme bir zaman nefs-i emmâre-i bissû'e uydu idi. Âhirete yarayıcı amelleri, kitabı, sünneti terk edip şeytana uyarak cehennemin yolunu tutmuş idi. Küçük-büyük günahlardan ne bulduysa işledi. Lâkin Hakkın inayeti imdada yetişti. Nefs-i emmârelikten ayrıldı. Cennetin yolunu tutmak istedi. Cennete lâyık amellerle meşgul oldu. Mürşid de nefs-i emmâreyi nefs-i mülhimeye döndürmek direktifini verdi. Nefs-i levvâmenin iki yüzü vardır: bir yüzü nefs-i emmâreye bakar, diğeri de nefs-i mülhimeye. Nefs-i mülhimenin de iki yüzü vardır; bir yüzü levvâmeye, diğeri mutmainneyedir. Nefs-i mutmainne'nin de iki sıfatı vardır; biri Razıye, diğeri de Marzıyyedir. Nefs-i levvâme bir bakımdan nefs-i emmâre'den yüzünü çevirmiştir. Lâkin devamlı olarak tekrar meyletmesinden korkulur. Nefis, levvâmelik üzerine karar kılar ve tevbe üzerinde kalırsa bu kimseler o vakit cennete girer. Asla cehenneme girmez. Allah-ü Teâlâ'nın fazlı, Resulünün şefaati ve iyilerin yardımıyla âhirete gidinceye kadar bu hal üzere kalır. Zira bu hususta salâhıyyet yolu da cennet yoludur. Fısk ve fücur yolu ise cehennem yoludur. Öyle olsa dahi bu nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme sahipleri yine de onlardan farklıdır. Nefs-i levvâme sahibi, nefs-i emmâreye tâbi olan kimselerden üstündür. Bu em-mârelik derecesinden alâkasını kesmesi lâzımdır ki cennete girebilsin. Nefs-i levvâme de kendisine zulmettiğinden dolayı kendisine âyette zâlim denildi. "Onlardan kendi kendisine zulnı edenler vardır." (Fâtır 32). Her kim nefs-i emmâresine uyarsa o zâlimdir. Rücu' eder ise bütün günahları afvolunur. Nitekim günahları ne kadar olursa olsun o günahların miktarmca tevbe ettiğinden yerlerine sevab yazılır. Allah-ü Teâlâ Kelâm-ı Kadîminde bu gibilerin günahlarını hasenata tebdil ettiğini müjdeler. "Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir." (Furkan sûresi, âyet: 70) Resûlüllah da: "Tevbe eden kimse günah işlememiş gibidir" buyururlar. Cehennem denilen azgın mahlûk, mü'min kimseye: "Ey mü'min çabuk geç, senin nurun benim nârımı (ateşimi) söndürüyor" der. Zira nefs-i levvâmenin sahibi, üzerinde olduğu amellerin bâtıl olduğunu anladı ve rücu' etti. Bir daha da günah işlemedi. İşlemeye de kast etmedi. İşte o zaman gerçek tevbecilerden olup "Şüphe yok ki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever." (El-Bakare sûresi, âyet: 222) bu âyetin mealinin müjdesine de mazhar oldu. Böyle tevbesi kabul olan nefs-i levvâmeli kimse sırat köprüsünden yıldırım sür'atiyle geçer. Allah dostlarından olup günah işlememiş gibi olduğundan âhirette saadet ehlinden olur. Lâkin dünyada iken bu kimselerden keşf-ü keramet hâsıl olmadı. İlhamların zevkini de tatmadılar. Zira nefs-i levvâme keşif ve keramet yeri değildir. Şu kadar var ki mü'min avamının hâslarından oldular. Vallahü a'lem bissavâb. Nefs-i levvâmenin mertebesi yoktur denilişinin sebebi de budur.