SU ÜSTÜNE YAZI YAZMAK
"Su Üstüne Yazı
Yazmak " İnsan Yayınları arasında yayınlanan
otobiyografik bir roman. Roman Muhyiddin Şekur adlı
araştırmacı bir Amerikalı'nın önce İslam dini ve
sonrasında tasavvuf ile tanışmasını kahramanının
kaleminden anlatıyor. Bu kadarıyla İslam-tasavvuf-
muhtedi müslümanlar üzerine kafa yormuş olan Türkiyeli
aydınlar için ilginç olabilecek kitabın en önemli yanı
ise bir macerayı birinci elden anlatması oldu. Bunu daha
iyi anlatmak için şimdi kitaptan bir kısım alıntıları
sıralamanın tam yeridir:
"İlk turlarımız
sırasında Türkiye'den gelen bir adamla tanıştık:
"Burada
konuşman gereken biri var," dedi İbrahim, "bu kardeşe
çok dikkat et, çünkü sana Sufî diliyle
konuşabilir.(..)Bu karmaşık uyarıdan sonra, İbrahim
kalkıp gitti. Orada kalıp, bir süre söylediklerinin
anlamını çözme çabasıyla kendi içime daldım. Kimi büyük
Sufîlerin eserlerini okumuş ve bunların güzelliğinden ve
derinliğinden hayli etkilenmiştim. En güzel müslümanları
hep onlar arasında görmüş ve gizliden gizliye hep
onların safına katılabileceğimi ummuştum."(S.24)
"Bu garip adam
gözlerini dosdoğru yüzüme dikmişti. Hoş bir siması
vardı, gözleri nemli ve ışıl ışıldı. (...) Bu adam, hiç
tanımadığım, daha önce hiç görmediğim bu yabancı benim
için gerçek bir manevî yoldaş oluvermişti. Sözü alarak
konuşmaya başladı:
Ağlıyordum. O
konuştukça ben ağlıyordum. Bana bir çok şey anlattı.
Allah'tan, Resulullâh Muhammed
aleyhissalâtü-vesselâmdan, bütün peygamberlerin
(aleyhimüsselam) kardeş oluşundan, İslâm'ın Allah'a
teslimiyet yolu olmasından ve hak aşıklarının arayışça
ikiye ayrılışından, kendisinden 'Ehl-i Zahir' dediği,
daha çok ritüeller ve biçimlerde kalıp sadece zahirî
olanı arayanlardan ve mânâ okyanusuna varmak
isteyenlerden, yani 'Ehl-i Bâtın'dan- sözetti."(S.25)
Muhyiddin Şekûr , A.B.D.ye döndükten sonra içinde
uyanan "aradığını bulmak" özlemi ile yaşamağa başlar:
"Seyahat dönüşümü izleyen haftalarda ve iyileştikten
sonra, beni daha önce benzerini yaşamadığım bir özlem
sardı. Hiç birşey beni tatmin etmiyordu. Çalışmak,
birden dayanılmaz bir hal aldı. Her gün derin bir
melankoli geçiriyordum. Çok az konuşuyor ve herkesten
giderek uzaklaşıyordum. işlerimden elimi ayağımı çekip
inzivaya girdim. Özlem içimde büyüdü de büyüdü."(S.27)
Yazar arayış
içinde A.B.D.de bulunan değişik müslüman gruplar ile
temas kurar. Nihayet yeni taşındığı kentte tasavvuf
yoluna adım atacağı bir cemaate ulaşır; tasavvuf yolunda
ilk "usta"sına ulaşacaktır: "Daha önce yeni manevî
liderin gelişinden haber veren kardeş, beni liderle
tanıştırmak üzere iftara davet ediyordu...Geri dönüp
binaya doğru yürürken, henüz kapıdan yeni girmekte olan
bir adam gözüme çarptı. Üzerinde beni çeken bir şey var
gibiydi ve içimdeki bir ses tanışacağım kişinin o
olduğunu söylüyordu...Onda büyük bir derinlik ve büyük
bir aşk hissettim. Hareketlerinde bir denge dışa vuruyor
ve edasında bir esrar saklıyordu. (..)Bir ara gözlerini
bana çevirdi; o an sanki başka herkes yok olmuş biz
ikimiz kaldık gibi geldi bana. Bakışlarında tarif
edemediğim bir şey doğruca kalbime sokuldu ve beni
kendine doğru çekti. Onun aradığım Şeyhim olduğunu
anlamıştım...(..) Seyahatim sırasında tanıdığım o garip
adamın sesi şimşek gibi çakıverdi zihnimde. Bu ender
insan, olağanüstü bir apansızlık hayatıma girmişti
işte."(29-30)
"Allah'ın
lûtfuyla Şeyhime kavuşmuş olarak, onun buraya bir rehber
olarak gelişinin büyük bir rahmet olduğunu anladım.
Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur ve
dünya sahte öğretmenlerle doludur."(S.31)
Tasavvuf
yolunun inceliklerini artık kavramağa başlayan Muhyiddin
Şekûr , cemaat içinde yeni bir eğitim dönemine girer:
"Şeyhle müridi arasındaki muhabbet rabıtasını
hissedebiliyordum artık. Bu rabıtanın ön şartı iman ve
yakîn'di. iman, inanmayı; yakîn ise müridin Şeyhine
samimi teslimiyetini ve itimadını içerir. Tıpkı ışığın
gözde yansıyıp, gözün de ona göre hareket etmesi gibi,
Şeyhin ruhu da müridinde yansıyor. Böylece mürid de
üstadına, yani Şeyhine, bütün düşündüklerini,
konuştuklarını, yaptıklarını açmaya başlıyor. O gün
apaçık ortaya çıkan ders kelimelerle anlatılacak bir
ders değildi." ( S.52)
"Rabbime hadsiz
Hamdler olsun ki, bana, bir kardeşimin eliyle, görünür
farlılıklar ne olursa olsun, Yol'da hepimizin bir
olduğunu daha bir açıkça anlatmıştı. Demek ki her
müridin kendine özgü bir vazifesi vardı. Değil mi ki,
Allah rahmetiyle her yerde hazır ve nazırdır, o halde
herkes Yol'da kendine mahsus yerini almalıdır."(S.60)
Muhyiddin
Şekûr'ün hayatına yeni derinlikler kazandıracak bir
dönem Türkiye'den A.B.D.ye misafir öğretmen olarak gelen
ve A.B.D.li sufilere Kur'an-ı Kerim öğretecek olan
Konya'daki Şems-i Tebrizi camii imamı olarak zikredilen
zatın gelişi ile başlar:
"O yıl müridler büyük bir beklenti içindeydi, çünkü
çok özel bir misafirimiz olacaktı. Başka bir ülkeden,
aynı zamanda hafız olan muhterem bir Şeyh ve arif,
Ramazan boyunca bizimle beraber olacaktı. Bu seçkin
ziyaretçimizin benim tevekkül hakikatine erişmemde ne
kadar merkezî rol oynayacağından haberim yoktu.."(S.203)
Konyalı imam ,
Kur'an-ı Kerim öğretimi sırasında sufilerle sıcak bir
dostluk kurar, imamın armağan olarak yanındaki getirdiği
kitaplardan birisinde resmini gördüğü zatı hemen tanıyan
Muhyiddin Şekûr , ile aralarında ise bambaşka bir sevgi
oluşur:
"Şeyh Ahmed, kitapları ilk çıkardığında incelemem
için bana vermişti… Kitapların genel başlığı, Mercy
Oceans'tı (Rahmet Denizleri). Gerçekten de Rabb-i
Rahimim bana her adımda, rahmetinin denizlerden engin,
ölçülmez derinlikte, ve harikulâde sırlarla dolu
olduğunu gösteriyordu. Ben tarikat gemisine sadece O'nun
Rahmeti sayesinde binmiş ve meçhule doğru bir seyahate
çıkmıştım."(S.206)
Muhyiddin Şekûr
, o zamanki Yugoslavya ve Makedonya üzerinden Türkiye'ye
uzanan bir yolculuğa çıkar ; bu yolculuk sırasında
değişik coğrafyalardaki tasavvufi hayatlara ilişkin
tecrübeler yaşamak yanında yıllar önce kendisine
fısıldanan gerçekle karşılaşacağını tabii ki
bilemeden...
"Hatırladığım ilk şeylerden biri, Şeyh Nûn'un benim
gelişimden sadece bir gün önce Prizren'de bulunmuş
olmasıydı. Bu insanların dolaşma tarzları bana ilginç
geliyordu. O sıralarda dikkatimi üstünde özellikle
odaklamış olmasam da, yıllar önce, gökten zembille inmiş
gibi bana kendi Şeyhinin mesajını getiren Garip Adamın
sırrını belki bilir diye de bir umut vardı içimde. Ama
Prizren'deki günlerim gayret ve şevkle dolu oldu, o
yüzden Şeyh Nûn'u çok fazla düşünemedim...Bir dervişin
aslında nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başladığım yer
Prizren oldu. Onlar arasında yaşadım, çalışmalarını ve
eğlenmelerini gördüm. Allah'a aşklarının ateşinden
yükselen sıcaklığı ve zikirlerinin hazzındaki yakıcı
sevinci hissettim. Bu insanlar dünyanın tadı tuzu
olmalıydılar. Kalpleri aşk ateşiyle yanıp tutuşuyordu,
kendilerini tamamen Allah'ta fani etmişlerdi ve
Şeyhlerine sarsılmaz bir sadakatle bağlıydılar. Halleri,
tavırları lekesizdi; tevazuları öylesine içten ve
yapmacıklıktan uzak, hizmetleri öylesine sevgi dolu ve
cömertti ki onları sevmemek ve onlar gibi olmayı
istememek insanın elinde değildi; hiç olmazsa, benim
elimde değildi." (S.214)
"Öğle
namazından sonra, Şeyh beni Hazret-i Pir Hayatî'nin
kabrine götürdü. Hoş bir ândı doğrusu. Binada yaklaşık
on iki Şeyh, kabirlerinde haşri bekliyordu. Kabirlerin
çoğu, Hazret-i Pir'in kabrinin bulunduğu ortadaki
odacığın etrafında genişce bir odada yer alıyordu. Bu
seyahatimde, yeryüzünde yürüyenlerden çok, ahirete
göçmüş olanlarla daha fazla hayatiyet olduğunu fark
ettim. Mübarek bir Velinin kabrine her gidişimde, sanki
sıcacık bir dosta uzun bir ayrılıktan sonra yeniden
kavuşuyormuşum duygusuna kapıldım."(S.221)
İstanbul'a
vasıl olduktan sonra A.B.D. ziyareti esnasında
tanıştıkları Cerrahi tekkesinin o zamanki şeyhi Muzaffer
Özak ile görüşür: "Amerika'da tanıdığım Şeyh Muzaffer'i
bulmaya çalışıyordum. Birkaç dervişi ile birlikte
tekkemizi ziyaret etmiş ve kendi nûruyla bizleri tenvir
etmişti. Beyazıt Camii yakınında bir sahaf dükkânı vardı
Şeyhin; kendisini bulmakta zorlanmadım."(S.225)
"Şeyh
Muzaffer'in dükkânında tanıştığım bir adam, bana Şeyh
Nûn'un bu yakınlarda istanbul'da bulunduğunu, buradan da
Konya'ya geçtiğini söyledi. Cuma gecesi yapılan halveti
zikrine kadar, istanbul'da iki gün kaldım. Bu haftalık
ibadet için Tekke'de iki yüzü aşkın derviş toplandı. Bu
ruhlar denizinin ortasında bulunmak, haz dolu bir
teberrüktü. Öyle etkileyici, öyle neşeli ve coşturucu,
öylesine zarif bir kalpler dansıydı ki, gerçekten de bu
hali anlatacak tek kelime bulamadım...
"Şeyh içeriye
girdi. Onu selâmlamak için ayağa kalktım, niyaz sunup ve
elini öpmek üzere ilerledim. Varlığı odayı
dolduruvermişti insan hiç zorlanmadan onun bir nûr adamı
olduğunu anlayabilirdi. Gözleri sevgiyle, delip yakan
bir berraklıkla parıldıyordu ve uzun, gümüş
beyazlığındaki sakalları yüzünün çevresine ve aşağı
doğru gün ışığı gibi yayılıyordu. Başında üzeri toplu,
beyaz kubbe biçiminde bir sarık ve üzerinde yere kadar
uzanan, yeşil bir cübbe vardı.
"Adım
Muhyiddin, Şeyh Efendi," dedim. "Şeyh Muhyiddin sensin
demek," dedi, gülümseyerek.
(...)"Ben senin kim olduğunu biliyorum," dedi Şeyh, "ve
sana nasıl hitap edeceğimi de. Ama gel şimdi başka
şeyler konuşalım."
İstanbul'da kaldığım sürece, vaktimin çoğunu Şeyh Nûn
ile beraber geçirdim. (...) Bu süre içinde, altı yıl
önce, ilk Doğu seyahatim sırasında âlem-i gaybden bana
Şeyh-i Âzam Dağıstanî tarafından gönderilmiş olan o
dervişin esrarını araştırdım."(S.228-229)
Bir menkıbe, bir mürşid, bir sufi... Hepsi bu ... Burada
adı geçen zatlardan menkıbenin nesnesi olan şahıs
bilemediğim bir A.B.D. şehrinde yaşamaktadır. Belki
araştırılsa bir telefonla kendisine hemen ulaşabilmek
mümkün bir çağdaşımız. Ne kadar inanılmaz ve ne kadar
gerçek !...
-"Suya Yazılan
Yazı" başlığı ile 31.12.1998 tarihli Yeni Şafak
gazetesinde yayınlanmış olan bu yazı
http://www.sufi.20m.com adresinden alınmış ve
düzenlenmiştir. |