XVII.YÜZYIL OSMANLISINDA
İKİ FARKLI SÛFÎ TİPİ
- Cengiz GÜNDOĞDU*
Söz
mâna yolunu bulmak ve o yolda bulunmak içindir.
Ruhun
kurtuluşu mâna iledir, lafla kurtuluş olmaz.
Beşir
Ağa
Abdülmecîd-i
Sivâsî ve İdrîs-i Muhtefî hakkındaki değerlendirmelere
geçmeden önce Osmanlı idâresinin tasavvuf ehline, ulemâ
sınıfına ve diğer zümrelere karşı tavrı ile bu
zümrelerin birbirlerine karşı bakışına kısaca gözatmak,
hem bu şahsiyetleri hem de onların yaşadıkları dönemin
dinî, tasavvufî ve sosyal durumunu değerlendirme imkanı
verecektir.
Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme dönemlerinde
genelde dînî, fikrî ve tasavvufî hareketlere karşı
oldukça müsamahakâr ve hoşgörülü davrandığı
bilinmektedir. Bu müsa-maha ortamının oluşmasında
Osmanlı târihinin ilk dönemlerinden itibâren
hükümdarların hemen hepsinin, âlimler ve mutasavvıflara
büyük değer verip, onlara karşı gerekli edebe ve saygıya
riâyet etmelerinin payı oldukça büyüktür.
Padişahların mutasavvıflara karşı duydukları bu
meyil, XV. asrın başlarından itibâren devletin çeşitli
bölgelerinde tasavvuf ehline kendi tarîkatlerinin dünya
görüşünü, erkân ve âdâbını yayma imkân ve fırsatını
vermiş, böylece Bektaşî, Mevlevî, Rifâî, Kâdirî,
Halvetî, Ekberî, Bayramî ve daha başka tarîkatler,
memlekette görülen alâka ve desteğin bir tezâhürü olarak
daha kuşatıcı bir havaya bürünmüştü.
Osmanlı hükümdarları her alanda yetişmiş olan ulemâ
ve meşâyihe hürmet gösterdik-leri gibi, değişik dînî ve
fikrî hareketlere karşı da dâima canlı ve sıcak bir ilgi
duymuşlar, yani onlara, çok söylenen ifâde ile din ve
vicdan hürriyeti tanımışlardır.
Ancak Osmanlı idâresinin ulemâ, meşâyih ve değişik
kesimlere karşı göstermiş olduğu bu müsamaha zaman zaman
istismar da ediliyordu. Bu istismar sünnî anlayışın
temsilcisi olan tarîkatlerde görüldüğü gibi, genelde
heteredoks unsurlar tarafından yapılıyordu. Nitekim
devletin gösterdiği müsamahadan istifâde ile kimi zaman
şii-bâtınî düşünceler siyasî bir görünüm arzederek
taşkınlık gösteriyor, bu taşkınlıklar bazen tasavvufî
cereyânlara da ulaşıyor ve yeri geldiğinde müdahale
ediliyordu.
Böylece Osmanlı'nın tesis etmeye çalıştığı devlet
kontrolündeki dînî ve siyasî güce karşı muhalif siyasî,
fikrî ve bazı tasavvufî hareketler şerîat'ın
engellenmesine yönelik tavırlar olarak görülüyor ve sert
tepki ile karşılanıyordu.
Nitekim bu anlayışı koruma adına, XVI. yüzyılda
Melâmî şeyhlerinden Bünyamin-i Ayaşî (ö. 926/1520) hulûl
fikrini halk arasında yaydığı gerekçesiyle Kütahya'ya
sürülerek hapsedilmiş, sonra serbest bırakılmıştı. Ondan
sonra yerine geçen halîfesi Pîr Ali Aksarayî
(ö.944/1538) ise mehdilik iddia ederek halkı kışkırttığı
için hakkında takibat başlatılmış, fakat yapılan
araştırma neticesinde bu zatın fikirlerinin yanlış
anlaşıldığı kanaatine varılarak hakkı teslim edilmişti.
Daha sonra bu zatın oğlu olan Oğlan Şeyh İsmail Maşukî,
yaptığı va'zlarıyla hulûl fikrini yaymaya çalışmış, pek
çok kimseyi etkileyerek kalabalık müridler topluluğu
edinmişti. Bu zat söylediği şathiyat ve şerîate muğayir
sözlerinden dolayı 945/1539'da Çivicizâde'nin fetvâsı
üzerine öldürülmüştü. Yine Gülşeni tarîkatından şeyh
Muhyiddîn-i Karamanî (ö. 957/1550) de aynı gerekçe ile
idâm edilmiştir. Diğer taraftan Pîr Ali Aksarayî
halîfelerinden Ahmed Sarban (ö. 952/1545) ve onun
halîfesi Ankaralı Hüsamüddîn (ö. 964/1557) takibat
altına alınmış, Ataî'nin kaydına göre cezbesi galib bir
şeyh olduğu için şeriate uymayan bazı sözleri üzerine
Ankara kalesine hapsolunarak, şeriate uyup uymadığı
müşahede edilmek istenmiş, ancak hapsedildiği gecenin
sabahında hücresinde vefat etmiş halde bulunmuştur.
Sarı Abdullah Efendi'nin kaydına göre ise şeyh
Ankaravî cuma ve bayram namazları için köyüne yaptırmış
olduğu camiinin inşaatında esnaftan pek çok kimsenin
yanısıra, a'yân, eşraf ve askeriyeden de hayli kimseler
bir amele gibi çalışmışlar, böylece şeyhe sevgi ve
bağlılıklarını ortaya koymuşlardı. Şeyhi çekeme-yenler,
etrafındaki böyle önemli kişilerin bir amele gibi
çalışacak kadar ona bağlı olmalarını istismar ederek,
şeyhin bu kişilerle ileride bir fitne çıkarabileceğini
düşünmüşlerdir. Bunun üzerine şeyh Ankara kalesine
hapsolunmuş ve orada vefat etmiştir. Yine Hüsamüddîn'in
halîfesi Bosnalı Şeyh Hamza Bâli de şerîate muhalif
sözleriyle fitneye sebebiyet verme suçundan Ebûssuûd
Efendi'nin fetvâsıyla kalabalık sayıda halîfeleri ile
969/1561'de idâm olunmuştu.
Bu zikrettiğimiz örneklerin genelde Melâmî
çevrelerden olması ciddi etütleri gerektirecek kadar
dikkat çekicidir.
Hüseyin Gazi Yurdaydın Bey'e göre, umumiyetle esas
dînî akîdelerin muhafaza edilme-siyle kendilerini
vâzifeli addeden âlimler, zaman zaman böyle fikirler
ileri süren tarîkat ehlinin idâmı yahut da hapsedilmesi
şekillerinde beliren olaylarda önayak olmuşlardır.
Gerçekten de aşk ve iç samimiyeti esâs alan bu
kimselere karşı dîni şekilci kurallar zaviyesinden ele
alan bazı ulemânın Osmanlı yöneticilerini yönlendirdiği
ve onlara iyi gözle bakılmamasında etkili oldukları
hususu değişik çevrelerce sıkça dile getirilmiştir.
Diğer taraftan câhil ve ateşli müridlerin, şurada
burada mâhiyetini iyi anlayamadıkları tasavvufî fikir ve
telakkîleri olur olmaz tartışmalarının, halk arasında
karışıklığa yol açıp, fitneye sebebiyet vermesinden
dolayı, bu görüş sahiplerinin takibat altına alındıkları
ifade edilmiştir .
Yusuf Ziya İnan bu hususları şöyle
değerlendirmektedir:
"Melamîlerin bilhassa cezbe halinde söyledikleri ve
yaptıkları dinadamları ve bazı sûfilerce tepki ile
karşılanmış, genç ve mübtedi melamîlerin yada cezbe
halindeki melamî ihvânının şeriat erbabı tarafından
tekfîr edilircesine horlanması diğer melâmî erbabını da
isyan ettirmiş ve arkadaşlarını koruma yolunu
tutmuşlardır. Bu yüzden erbab-ı şeriat ile melamîlerin
arası gittikçe açılmış, buna devlet ve millet
görüşlerindeki fark da ilave edilince, Melâmî çevreler
sık sık hükümdarın takibine ve mahkemeye sevk edilme ve
şikayete muhatab olma talihsizliğini tatmışlardır" .
Devlet tarafından takibat altına alınan; bazen
sürgün, bazen de idâma kadar giden bu insanlar gerçekten
sadece anlaşılmadıklarından veya görüşleri halk arasında
fitneye sebebiyet verdiğinden dolayı mı bu akıbete düçar
olmuşlardır yoksa başka gerekçeler de var mıdır.
Ahmet Yaşar Ocak, bazı Melâmî gurupların pâdişâhı
tanımayarak, kendi aralarında pâdişâh, vezîr vs.
yöneticilerini de seçme yoluna gittiklerini, bu tavrın
da aslında mevcut nizâmın açıkça protestosu anlamına
geldiğini ve hareketin basit bir fikrî hareket olmaktan
öte rejimi değiştirmeyi hedef alan sosyal-siyasî
muhtevâlı bir hareket olduğunu söylemektedir.
Yaşar Ocak her nekadar bu hareketleri rejimi
değiştirmeye yönelik bir hareket olarak görüyorsa da, bu
hususun ciddi tetkikleri gerektireceği ortadadır. Diğer
taraftan bu gurupların kendi aralarında devlet
yöneticisi, vezir vs. unsurları seçmelerini rejime
yönelik bir hareket olarak değerlendirmek ne kadar
doğrudur? Kaldı ki, bu tarz bir anlayış, bu gurupların
makro devlet sistemini örnek alıp, mikro devlet
modeliyle kendilerini disipline etmeleri olarak da
görülemez mi? Ayrıca bu durumun bütün melâmî gurupları
için sözkonusu olmadığı da nazara alınarak, konunun daha
ciddi araştırılması gerekir diye düşünüyoruz.
Bu zatların idâm edilmeleri veya sürgün edilmeleri
ile ilgili Osmanlı arşivlerinde bulunan belgeler tetkik
edildiğinde, idârenin onları, genelde şerîatin zâhirine
ve sünnî tasavvuf anlayışına muhalif sözlerinden dolayı
itham ettiği görülmektedir. Fakat bu iddialara mukabil
karşı tarafın verdiği cevaplarla alâkalı belgelerin
olmayışı ve kendi mensuplarınca kaleme alınan eserlerde
bu zatların suçsuz oldukları ve anlaşılmadıklarından
dolayı bu akıbete düçar olduklarına dâir
değerlendirmeler birlikte mütâlaa edildiğinde, meselenin
ciddi etüdlerle ele alınması gerektiği ortaya çıkıyor.
Not: Bu yazı tanıtım amacıyla özet
olarak verilmiştir.
____________
*Yrd.Doç.Dr., Atatürk Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
|