MESNEVİ BAHÇESİNDEN BİR TESTİ SU - Osman Nûri Topbaş ..:: 1 ::..
"Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de, fakîr ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in'âm ve ihsanın güzelliği de fakîr ve garîblerle ortaya çıkar". Hazret-i Mevlânâ Çöl ortasında fakîr bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı: "- Bütün yoksulluğu, cefâyı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakîriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz göz yaşı.. Gündüzün elbisemiz güneş, geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı. Açlığımızdan dolunayı okkalık ekmek sanarak, gökyüzüne saldırıyoruz. Yoksulluktan dolayı havada uçan sineğin damarının kanını emmedeyiz. Bizim hâlimiz ne olacak böyle?" diye dert yandı. Bedevî şöyle cevap verdi: "- Be kadın, daha ne zamana dek dünyâ malını arayıp duracaksın? Şu dünyâda ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi rızkın azına çoğuna bakmaz. Çünkü ikisi de gelip geçicidir, sel gibi akıp gider. Bilesin ki, gönüllerimizdeki dünyâ keder ve gamları, hep bizim varlığımızın ihtiras tozundan, hırs bataklığından meydana gelmektedir. Allah'ın mülkünde yaşıyoruz. O'nun verdiği rızıklarla merzûkuz. Kanâatten daha güzel bir zenginlik olabilir mi? Bu böyle, şu şöyle demek, şeytanın içimize düşürdüğü kuruntu ve vesveselerden başka şeyler değildir. Ey hanım! Bolluğa alışmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü alışılmış şeylerden firak, çok güç olur. Bedenine tapan, yâni nefsinin her arzusunu yerine getiren kimsenin canı tatlılaşır, günü geldiğinde teslîm ederken çok zorluk çeker. Sen bunu idrâk et de, başıma gelecek olanı zorlaştırma! Ey hanım! Gençken daha kanaatkar idin, yaşlandın hırsın arttı; altın istiyorsun. Halbuki önceden altından daha kıymetliydin sen. Eşin, benzerin yoktu. Ne oldu sana ki, bu hâlini terkettin de fânî ve gel-geç şeylerin isteğine düştün?.." Hanımı bunları dinlemiyor, üstelik öfkesi arttıkça artıyordu. Devamla: "- Ey namustan gayri bir şeyi olmayan adam.. Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Hâlimize bak da utan! Bana kanâatten bahsediyor ve gururlanıyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanâatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen açlıktan havadaki çekirgenin damarını vurmaya çalışırken, nasıl olur da, bey ve paşalarla adım atmaya kalkışabilirsin? Bana öyle horlukla, kötü kötü bakma ki, senin damarlarında nelerin dolaştığını, içinden ne kötülüklerin geçtiğini söylemeyeyim. Gafil kurt gibi üstüme atılma! Senin gibi, insanı utandıracak bir akla sâhib olmaktan ise, akılsız olmak daha iyidir." dedi. Kocası sükûnetle cevap verdi: "- Sen kadın mısın, yoksa keder kumkuması mı? Yoksulluğumla ben iftihar ederim. Başıma kakma! Mal, mülk ve para başta külah gibidir. Külaha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir ki, malıyla ayıbını örter. Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; peygamberlerin ve velîlerin nîmet bellediği fakirliğe hor bakma! Bu fakr haliyle Rabbime daha yakın olup bambaşka bir ganîmete nail oluyorum. Allah göstermesin, benim dünyâya karşı tamahım yok. Gönlümde, kanâatten bir âlem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan hiç olmazsa beni bırak! Benim kavga etmeye iktidarım yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte.. Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi, barkımı bırakır, kuru başımı alır giderim!.." Kadın, kocasının bu ayrılık sözleri üzerine ağlamaya başlayarak gözyaşlarına büründü; pişmanlık gösterdi. Benliğini bırakıp yokluk yoluna düştü de kocasına nedametle: "- Ben hanım değil, senin ayağının toprağıyım. Bedenim, canım, varım ve yoğum hep senindir. Senin için bir kere değil, her nefeste tekrar tekrar ölmek isterim. Senin bana söylediğin şeyler karşısında artık candan da tenden de vazgeçtim. Niçin ayrılıktan söz ediyorsun? İşte itirazı ve kınamayı bir kenara bıraktım; candan özürler diliyorum. Meğer senin pâdişâhça huyunu tanıyamayıp sana küstahlık etmişim. Ama şimdi büyük bir pişmanlıkla sana boynumu uzatıyorum; istersen vur, istersen ayağının altına al beni!" dedi. Ardından içli hıçkırıklarla ağlamasına devam etti. O gözyaşı yağmuru arasında bir şimşek çaktı. O şimşekten, eşsiz ve vefakâr bedevinin gönlüne bir kıvılcım düştü. Nihayet bedevî, karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu. Onun şefkatli gönlünü kaplayan bu pişmanlığını sezen kadın, kocasına şu aklı verdi: "- Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibaret. Bu testiyi al, git Pâdişâhlar Pâdişahı'nın huzuruna gir, armağanını sun! De ki: "-Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz... Pâdişâhımızın hazîneleri varsa, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur..." Zavallı kadın, Bağdat'ın ortasından şeker gibi Dicle'nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu. Kocası da bu övgüye katılmış: "- Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak pâdişâhlara lâyık!.." diyordu. Bedevî testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz gözü gibi koruyordu. Günler haftalar sonra Bağdat'a geldi. Sora sora Halîfe'nin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhafızlar ne istediğini sordular. Fakîr bedevî: "- Ey muhterem kişiler! Ben garîb bir bedevîyim. Pâdişâhın lutfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı o sultana götürün, pâdişâhtan murâd isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı, lezzetli su. Çölde, yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testim de güzel, yepyeni..." dedi. Halîfe'nin adamları, bu saf, tertemiz yürekli bedevîye önce gülecek oldular, sonra da onun bu iyi niyetlerle bezenmiş armağanını canla başla kabul ettiler. Bedevî, sarayın hemen altında gürül gürül akan Dicle'den habersiz, bekliyordu. Bedevînin su testisi Halîfe'ye sunulunca, Halîfe bundan çok memnun olmuş, bedevîyi huzuruna kabul etmişti. Gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi sonra da adamlarına: "- Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün!" emrini verdi. Bedevî gemiye binip Dicle'yi görünce büsbütün şaşırdı. Asıl şaşkınlığı ise, bu kadar suyu bol Dicle nehri varken, Halîfe'nin, bir testi çöl suyunu kabul etmesiydi. Allah'a candan şükürler eyledi. MESNEVÎ: "Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki bu ilim ve güzellik, zuhuru zâtının muktezâsı olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Allah'ın Dicle'sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline soktu. O bedevî, Allah'ın Dicle'sinden bir katreyi görseydi, hakîkatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı." Hikâyede bedevî aklın, karısı ise nefsin sembolüdür. Akıl ile nefis, devamlı mücâdele halindedir. Bunlardan her ikisi de topraktan yapılmış beden mülkünde otururlar. Gece gündüz devamlı kavga halindedirler. Nefsin sembolü olan kadın, bedenin ihtiyaçlarını ortaya döker, yâni şeref ister, mevkî ister, iltifat ister, giyecek ister, lezzetli yemekler ister. Zaman zaman da, bu ihtiyaçlarına çâre bulmak için türâbîleşir, tevazu gösterir. Bazen yüzünü toprağa sürter, kendisini acındırır; bazen de büyüklük taslar, zirveler arar. Aklın ise, bedene âid düşüncelerden haberi yoktur. Onun müfekkiresinde ancak Allah muhabbeti ve aşkı vardır. O, sevgiyi kaybederim korku ve hüznü içindedir. Hikâyedeki halîfe, Rabbin ilminin sonsuzluk Dicle'sidir. Dicle nehrine bir testi yağmur suyu götüren bedevî, bu işte mazurdur. Çünkü o, Dicle'yi bilmiyordu. Çölde Dicle'den çok uzak bir şekilde yaşıyordu. Dicle'den haberi olsaydı, o testiyi çöllerde taşımaz, belki onu taşlara çarparak kırardı. Yâni " mûtu kalben en temûtu " sırrına nail olabilmek için kendisini nefis tezkiyesi ve kalb tasfiyesine tabî tutarak ilâhî bir muhasebe içinde Dicle'den haberdar olmaya çalışırdı. Nefsi temsîl eden kadınla, aklı temsîl eden bedevî, bilmiyorlardı ki, asıl kıymet ve ilâhî lezzet, vücûd testisindeki irfan suyundadır. Bu da, ancak marifet deryasından nasîb almaya bağlı bir keyfiyettir. Diğer taraftan hikâyedeki "Halîfe Kapısı", "Dergâh-ı İlâhî"yi temsîl eyler. Mü'min her ne kadar ilim, irfan, mal-mülk ve ibâdet sahibi olursa olsun, bu meziyet ve imkânlarına aldanmamalı ve güvenmemelidir. Bu değerlerin hepsini Rabbi'nin lutfu bilip, şahsî amellerinin de, Dicle'nin yanında bir testi su olduğunu unutmamalıdır. Çöl bedevîsinin çölde binbir çile ile biriktirip Halîfe'ye takdîm ettiği bir testi su, onun için hayat iksîri idi. Halbuki Dicle'nin içine dökülünce kaybolup gitti. İnsanoğlunun beşerî imkânlarla hakîkatine ermeye çalıştığı, ilâhî tanzîm ve san'attan anlayabileceği, onun aslî hakîkati karşısında Dicle'nin bir damlası bile değildir. Hikâyede geçen su testisi, bizim nokta kadar olan bilgilerimizdir. Ancak bizler, Allah'ın sonsuz Dicle'sinden habersiz olduğumuz için kendi bilgilerimizin çok geniş ve hacimli olduğunu zannederiz. Bu ise, ancak bir karıncanın, kendi ufacık yuvasını veya bir balığın, akvaryumunu büyük bir kâinat zannetmesi gibidir. İnsanın, gafleti neticesi kendi cüceliğine bakmadan adetâ bir dev aynasının yalanlarına kanıp da misâlimizdeki karınca ve balığın durumuna düşmesi, ne büyük bir aldanıştır. Ancak "varlık testisi"ni taşa vuran Hakk âşıkları, o testiyi kırmakla onu daha sağlam ve daha mükemmel bir hâle getirir, izafî ve gölge olan varlıklarının esaretinden kurtulurlar. Zîrâ varlık küpü kırılınca, içindeki su süzülür, şeffaflaşır, berraklaşır ve ruha billur olur. Yâni bu kırılıştan müstesna zuhurat ve tezahürler meydana gelir.
MESNEVİ BAHÇESİNDEN BİR TESTİ SU - Osman Nûri Topbaş ..:: 2 ::..
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: "İlâhî, seni tenzîh ve takdîs ederim. Biz seni, sana lâyık bir marifetle tanıyamadık.." buyurmuştur. Necîb ümmetin yüksek âlimleri de, aczlerini îtiraftan çekinmemişlerdir. İmâm Ebû Yûsuf'a birgün Halîfe Harun Reşîd bir mes'ele sorar. İmâm Ebû Yûsuf: "- Bilmiyorum." diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı İmâm Ebû Yûsuf'a: "- Maaş ve tahsisatınız varken bilmiyorum diyorsunuz!.." der. Cevaben İmâm Ebû Yûsuf da: "- Benim maaşım ilmime göredir. Cehlime göre verilecek olsa hazîne yetmezdi..." der. Allâme İmâm Gazali de; "Bildiklerime nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi." buyurmakla aczini îtiraf edip tevâzuunu göstermiştir. Bu büyük insanlar, bildiklerinin değil, bilmediklerinin çokluğunu îtiraftan çekinmemişlerdir. Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ilmin felâket ve selâmet merhalelerini şöyle ifâde buyururlar: "İlim üç karıştır. Birinci karışa ulaşan (elde ettiği birazcık malumatı kendine mâl ederek) gurur ve kibire kapılır. İkinci karışa ulaşan (ilâhî kudret ve saltanat karşısında) hayrete düşer. Üçüncü karışa ulaşan da (Hakk'ın nihayetsiz ilminin farkına varır da kendisinin o sonsuz ilim içerisinde hiçbir şey) bilmediğini idrâk eder." İnsanoğlunun istinâd etmek temayülünde bulunduğu amellerine ehemmiyet izafe etmesi, Dicle'nin yanında bir testi su değil midir? Allah korusun, kesif bulutların Güneş ışığına mâni olması gibi kalbin şeytana taht olması hâlinde, Rahmân'ın hidâyeti oraya ne kadar ulaşabilir? İnsan Dicle'den habersiz olduğu için bir testi suyu umman zannedebilir. Kendi zannında boğulur gider. *** Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri buz satan bir satıcıya rastlar. Satıcı: "- Sermâyesi erimekte olan insana yardım edin!" diye nida eder. Cüneyd Hazretleri bu sözü duyunca düşüp bayılır. Dünyâ sermâyesini âhıret sermâyesine tebdîi edemez isek, dünyâdaki gayretler, şeytanların paylaşacakları nasîbler olur. Netice hüsran ve acı bir aldanıştır. İsraf çılgınlığı ve merhamet yoksulluğu, dünyâda baş belâsı, âhırette azâb sermayesidir. Geçmiş günlerimizin dosyaları kapanmıştır. Bunlarda değişiklik yapabilmenin imkânı yoktur. Gelecek günlerimizin varlığı ise şüphelidir. Ân bu ândır. Bu ânımızın gönül ve alın terlerini hayat tarlamıza tohumlar isek, inşâallâh âhıretimizin sırça sarayları olur. Şeyh Sadi'nin ifâde ettiği gibi: "Arzın sathı, Rabbin umûmî sofrasıdır." Dünyâda "Rahman" sıfatının tecellîsi olarak bütün mahlûkat bol bol rızıklandırılır. Yedirilir, içirilir ve giydirilir. Dost, hasım, itaatkâr ve isyankâr ayırt edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın engin merhameti bütün mahlûkâtı ihata etmiştir. Dikenli bir kirpinin yavrusunu sînesine bastırması, hattâ kâfir bile olsa mazlumun bedduasının kabul olması bu kuşatıcı merhametin muktezâsıdır. Kâinattaki ilâhî san'at, hikmet ve ibret manzaraları, nefsânî ve süflî his ve davranışlarla, aslî tabîatı bozulmamış insanı, ulviyyet, halvet, safvet, rikkat ve haşyet gibi bediî duygulara gark eder. Husûsî sofra ise "Rahîm" sıfatının tecellîsi olarak âhırettedir. İstifâde yalnız mü'minlere âiddir. Bu hususî sofrada beşerî nasîblerin en büyüğü olan "cennet" ve "ru'yet-i cemâlullâh", yâni Cenâb-ı Hakk'ı ayın ondördü gibi görme nîmetleri vardır. İnsan, bütün esmâ-ı ilâhiyyenin kâmil tecellîsi olduğu için büyük bir âlemin küçük bir modelidir. Onun topraktan olan yapısı varlığının dış yüzüdür. Fânî yapısıdır. Hakîkî varlığı esrar, nur ve ilâhî hakîkatin gizli bir hazinesidir. İnsanın mükerremlik vasfı budur. Yaratılış maksadına uygun marifet denizinden nasîb alabilmesi buna bağlıdır. Bir kelebeğin yanma pahasına ışığa râm olması gibi Hallâc-ı Mansûr da esrar denizinin coşkunluğunda fânî varlığını yok etmeğe adım attı. İlâhî tecellîlerle kendini yaktı. Ruhu yücelip feyz ile dolunca nefsi zayıflayıp bitim noktasına ulaştı. Kendine yabancılaştı, ondan kurtulmağa çalıştı. Kesîf tecellîlere tahammül edemedi. Sekre sürüklendi: "- Dostlar, beni öldürün! Zîrâ benim ebedî hayatım ölümdedir." dedi. Taşlanırken kendini yaralayan tek hâdise, dostunun kendisine bir karanfil atması oldu. Dünyevî böyle bir teveccüh ve tebessüm bile kendine ağır geldi. Bu hâl diğer bir ifâde ile, fâni varlığın ilâhî varlığa râm olarak kulun ölümsüzlüğe kavuşmasıdır. Denize düşen bir damlanın vücûdunun, suda kaybolması gibi denize dalan kimse de sudan başka birşey görmez. Bu mertebeye ulaşanlar herşeyi hattâ kendisini bile Hakk'dan ibaret görürler. Fakat bu bir hâldir. O hâl geçince, "Hakk Hakk'dır, eşya eşyadır." Hadîs-i şerîfde bu hâlin bir misâli şöyle verilmiştir: "Yeryüzünde yaşayan bir ölü görmek isteyen Ebû Bekr'e baksın!" Merhamet ve adalette âbideleşen Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-, Şam'a girerken sıra kölesine geldiği için deveye onu bindirdi. Kendisi şehre yürüyerek girdi. Halk, köleyi halîfe zannetti. Hazret-i Ömer'in vefatından sonra dostları kendisini rü'yâda gördüler: "- Rabbimiz sana nasıl muamelede bulundu?" diye sordular. O: "- Elhamdülillah, "Rahman ve Rahîm" olan Rabbim var." buyurdu. *** Hazret-i Mevlânâ buyurur: "Madem ki fakr, cömertlik kereminin aynasıdır; haberin olsun ki, aynanın üzerine hohlamak zararlıdır. " Yâni, fakîri ve garîbi red için ağızdan çıkacak her ses ve nefes, onun kalbini incitir. Sanki sathına hohlanmış ayna gibi kalb buğulanır. Parlaklık ve derinliği zâyi olur. Cömertliğin keremini göstermez olur. Amellerimiz, infaklarımız dâima gözümüzde devleşir. Bizi oyalar ve aldatır. Bize haz hamallığı yaptırır. Dicle'den ve onun sahibinden habersiz olduğumuz için bir testi su, gözümüzde bir derya olur. Dünyevî isteklerimiz bitmek ve tükenmek bilmez. Sahip olduğumuz her şeyi kendimizin tabiî hakkı zannederiz. Bizden bir fedâkârlık istenince, kendi mülkümüzden isteniyormuş gibi tavrımız değişir. Bunun neticesinde emânetin ve sehâvetin kristal, berrak ve zarîf aynası lekelenir. Halbuki Cenab-ı Hakk âyet-i kerîmede: "Sakın yetîme kahretme (ve onu ezme)! Fakîri de reddetme (yâni el açıp istemek mecburiyetinde kalan yoksulu azarlayıp boş çevirme)!" (ed-Duhâ, 9-10) buyurur. Mevlânâ -kuddise sirruh- diğer beytinde: "Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakîr ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in'âm ve ihsanın güzelliği de fakîr ve garîblerle ortaya çıkar." buyurur. Güzeller, hüsn ve endamlarını seyretmek için aynanın esiri olurlar. Hattâ arkası gölgeli camlara bile kendilerini görmek için bakarak geçerler. Manevî ve aslî güzellik olan cömertlik de, kendisini bîçârelerin ve fakîrlerin gönül aynasında seyreder. Yine Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur: "O halde fakirler, merhamet-i ilâhînin, kerem-i Rabbânî'nin aynasıdırlar. Hakk ile olanlar ve Hakk'da fânî olanlar, dâima cömertlik halindedirler." *** Hazret-i Câbir'den naklen Tefsîr-i Hâzin'de deniliyor ki: "Küçük bir çocuk Hazret-i Peygamber -sallâllahü aleyhi ve sellem-'in huzuruna geldi. Annesinin bir gömlek istediğini arzetti. O sırada Rasûlullâh -sallâllahü aleyhi ve sellem-'in, sırtındakinden başka gömleği yoktu. Çocuğa başka bir zaman gelmesini söyledi. Çocuk gitti. Tekrar gelip, annesinin Hazret-i Peygamberin sırtındaki gömleği istediğini söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllahü aleyhi ve sellem-, Hücre-i Seâdet'e girdi, sırtındaki gömleği çıkarıp çocuğa uzattı. O esnada Bilâl -radıyallâhü anh- da, namaz vakti girmiş olduğundan ezân-ı Muhammedî'yi okumaya başladı. Fakat Rasûlullâh -sallâllahü aleyhi ve sellem- sırtına alacak bir şey bulamadığı için cemâate çıkamadı. Ashâbdan bazıları, merak edip Hücre-i Seâdet'e girdiler; Rasûlullâh -sallâllahü aleyhi ve sellem-'i gömleksiz olarak buldular. *** Servet bir emânettir. Onun seâdetine ve lezzetine kavuşabilmek, ancak mahrumların ızdırâbından hislenmek, kalbimizden onlara bir şefkat ve merhamet penceresi açabilmekle mümkündür. Hazret-i Mevlânâ buyurur: "Şefkat ü merhamette güneş gibi ol! Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol! Sehâvet ü cömertlikte akarsu gibi ol! Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol! Tevazu' ve mahviyyette toprak gibi ol! OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN; GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL!.." Unutmamak gerekir ki, bir kimse kendini nasıl gösterirse göstersin, onun gönül testisinde ne varsa, dışarıya dökülecek olan da odur. Çünkü nice aşk ve muhabbet ateşiyle dolu olduğundan bahsedilen testiler vardır ki, neticede gaflet suları akıtmışlardır. Keza nice âb-ı hayâttan bahsedenler, ondan bir yudum bile içememiş, içirememişlerdir. Buna mukabil nice mahviyet içinde gizlenip de dışardan boş bir testi zannedilen has kullar, gönüllerindeki bir katrenin içinde dipsiz ve sâhilsiz bir umman olmuşlar, Allah onları yanıp susamış olan âşıklara bir kevser suyu gibi ikram etmiştir. Allah Teâlâ, cümlemize dünyâda böyle bir kevser ve Mâ-i Tesnîmden damlacıklar lütfederek bizleri ind-i ilâhîsine kabul olunan muhlis ve samîmî gönül erlerinden eylesin! Âmîn!