Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.
(Tirmizî, Sünen, Fiten 9)



EHLI TARIKIZ BİZ

TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞI

Yeni Sayfa 1

TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
..:: 1 ::..

   Bir dâire düşünün. Bunun çevresi sayısız noktalardan meydana gelmiştir. Bu sayısız noktalardan dâirenin merkezine sayısız yarıçaplar çizilebilir ve bunların herbiri çenber üzerindeki bir noktayı merkeze bağlar, îşte bu dâirenin çemberi Şeriat'tir, bunun üzerindeki noktalar da bütün müslümanları temsil eder. Herbir noktadan merkeze giden yarıçaplar tarîkatler(yollar)dir; zira dünyadaki insan sayısınca kuldan Allah'a yol vardır. Merkez ise hakikat'i temsil eder. Hakikat hem Şeriat'in hem de tarîkatin kaynağıdır. Hakikat ile Allah eş anlamdadır. Şu halde bizim dâiremizin yarıçapları kulları Allah'a bağlayan yollardır. Fakat bu kullar ancak Şeriat çenberi üzerinde bulunmaları dolayısiyle bir yola girebilirler. Demek ki Allah'a giden yolu bulmanın ilk şartı Şeriat dâiresi üzerinde olmaktır. Aslında dâirenin çemberi merkez'in bir yansımasından ibaret olduğu için, Şeriat çizgisinde olanlar üzerine hakikat ışığı düşüyor demektir ve bu da onların kurtuluşları için yeter. Ama dâima bununla yetinmeyenler, mutlaka merkeze gitmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar ancak oraya giden yollardan (tarikat) birine girmekle hakikate ulaşabilirler.
   Çağdaş bir îslâm âlimi, Seyyid Hüseyn Nasr, Şâzelîlerden aldığı bir benzetme ile Şeriat, Tarikat ve Hakikat arasındaki münâsebeti bu şekilde anlatıyor.
   Tarikat lûgatta yol demektir. İslâm tasavvufunda "yola girmek" sûfî metodlarıyla Allah'a yaklaşmayı seçmek mânâsına gelir. Fakat tasavvufta insan yolunu kendisi seçse de, o yola yalnız başına giremez. Hıristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan biri, tasavvufta rehbersiz hiçbir şey yapılamayacağıdır. Tasavvuf herşeyden önce bir terbiye (hem nefs hem ruh terbiyesi) işidir ve eğitilmeye muhtaç olan insanın ilk işi kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır. Yol rehberinin umumî adı "Şeyh"tir.    Tarîkate giren kimse kendisim "şeyh"e teslim etmek, ondan ne gelirse kabul etmek zorundadır. Mürid veya sâlik adı verilen çırağın ne zaman eğitiminin tamam olduğuna yine şeyh karar verir.
   Tasavvufun ilk yüzyıllarında sûfî tarîkatleri her-hangibir formel teşkilât yapısı kazanmış değillerdi; tıpkı bir insanın herhangi bir filozofun doktrinini benimseyip onu takip etmesi gibi, tasavvuf yolunu tutanlar da beğendikleri bir zâtı kendilerine şeyh ediniyorlar, onun yanında ve hizmetinde bulunarak kendisinden birşeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Şeyhlik bir insana tâyinle verilen bir mevki değildi, itibar ve liyâkatle kazanılıyordu. Onikinci yüzyıldan itibaren müridlerle şeyhler arasındaki münâsebet şekli kaidelere bağlanmaya başladı ve tarîkatler birer müessese hüviyeti kazandı. Bu tarihten sonra tarikat denince bugünün kulüplerine benzer teşkilâtlar anlaşılmaktadır. Bunların herbiri safî büyüklerinden birinin adını taşır ve ondan itibaren kesiksiz devam eden bir geleneği temsil eder. Bu geleneğin kesiksiz devamlılığı son derece önemlidir.
   Tarîkatler niçin vardır ve tarîkate giren müslümanla tarikat dışındaki müslüman arasında ne fark bulunmaktadır?
   Onbirinci yüzyılda sûfî literatürünün en önemli eserlerinden birini yazmış olan Hucvîrî kendi zamanındaki başlıca sûfî ekollerinden bahsediyor. O tarihte büyük sûfî şeyhlerinin etrafında birer müridler halkasının teşekkül ettiği ve bunların üstadlarından aldıkları eğitimi devam ettirdikleri anlaşılmakla birlikte, henüz bir teşkilâtlanmanın sözkonusu olmadığı bellidir. Şimdi biz tarikat teşkilâtlarının sosyolojik tahliline geçmeden önce, tarîkatin teorik temelini görmeye çalışalım.
   Tarîkatler birer sûfî teşkilâtı olarak onların doktrinlerine göre meydana gelmiştir; bunların teşekkülündeki haricî faktörler ne olursa olsun, sûfîler kendi tarîkatlerine teorik bir yapı kazandırmışlardır. Buna göre tarîkatin gayesi sûfînin gayesini gerçekleştirmektir.
   Sûfînin gayesi ise, çok genel çizgilerle, kendindeki ilâhî tarafı gerçekleştirmek, onu ortaya çıkarmak, yani görünür âlemi bırakıp görünmeyeni, Allah'ı bulmaktır. Allah'ı bulmanın derecesi hakkında görüşler farklı olabilir, bunun için yapılması gereken şeyler hakkında da değişik fikirler vardır. Fakat gerek hedef gerek yol hakkında ortak umûmî görüşler mevcuttur. Bu görüşler, değişik şekillerde de ifâde edilse neticede aynidir. Meselâ tarikatın gayesi insanda nefsi yola getirip ruhun saltanatını kurmaktır, veya hakikati buldurmaktır gibi ifâdelerin hepsi de ayni yere çıkar.
   Anlatma kolaylığı bakımından diyelim ki tarîkatin gayesi hakikati bildirmektir. Şu halde tarîkati anlayabilmek için sûfî doktrininde hakikatin mâhiyeti ve elde edilme yolunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu bildiğimiz takdirde şeyhe teslimiyet, kopuksuz tarikat silsilesi vs. gibi ana unsurların mânâsı ortaya çıkar.
   İnsan burada kendi kendine bir yol bulamaz mı? Gazâlî hâriç, bütün sûfî teorisyenleri mürşidsiz (şeyhsiz) hakikate varmanın imkânsız olduğunda müttefiktirler. Aslında Gazâlî de tasavvufa bir şeyhle girmiştir, fakat kitaplarında bir insanın kendi başına hakikati bulabileceğinden bahsetmektedir. Sûfî doktrininin mantığı bu iki alternatiften birini kabul etme mecburiyeti yüklemiş değildir, fakat şimdiye kadar ferdî tasavvuf örneği hemen hiç görülmediğine göre, bunun önemli bir sebebi olmalıdır. Bu sebep herşeyden önce, mistik tecrübenin mâhiyetinde bulunabilir. Mistik tecrübenin belli bir şekli yoktur; bir kimse vecd halinde iken neler göreceği önceden kestirilemez. Vecd'in muhtevası herşey olabilir. Nitekim histerik trans haline girenlerden, pagan orjilerinde kendinden geçenlerden Hıristiyan ve Müslüman mistiklerine kadar herkes duyular-dışı bir idrâk tecrübesi geçirebilmektedir. İşte İslâm tasavvufunun başlıca özelliklerinden biri, olgun bir şeyhin disiplini altında bu vecd hallerinin belli bir istikamete sokulmasıdır. Görülen, işitilen şeyler rahmani birer işaret olabileceği gibi Şeytan'ın aldatması da olabilir. Neyin hakikat neyin saçma olduğunu ancak o sahada usta olan biri ayırdedebilir ve vecdin yorumunu yapabilir. Maamafih bu bahsi vecdin psikolojisi ile ilgili kısımda anlattığımız için, burada üzerinde fazla durmayacağız.
   Şeyhin bu işi hakkıyle yapabileceğini anlamanın yolu onun silsilesine bakmaktır. Tasavvufta silsile bir çeşit diploma gibidir. Şeyh de kendi şeyhi tarafından bu iş için ehliyetli kılınmış olmalı, onun şeyhi de daha önceki nesildeki şeyhten "diploma" (icazet) almış olmalı, böylece elden ele artık tarîkatin kurucu şeyhi olan ve üzerinde hiçbir şüphe bulunmayan velî'ye kadar silsile kesiksiz devam etmelidir.
   Şeyhlik müessesesinin veya tasavvuftaki hiyerarşinin bir başka kaynağı daha vardır ki, bu, İslâm tasavvufunun ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyâde ona yabancı kaynaklardan yamanmış bir ilâve hükmündedir. Buna göre görünmeyen âlemin temsilcisi olan velîler bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (ilâhî görevi) yerine getirmektedirler. Dünya onlara "tevdi" edilmiştir ve bu görevin sahipleri gizli bir hükümet hâlinde dünyayı idare ederler. En yukarıda "kutb" denilen ve mertebesi en yüksek olan bir velî vardır. O, dünyanın mihveridir, yani dünya onun üzerinde (onun irâdesine göre) döner. Ondan sonra derece derece daha alt kademelerdeki velîler gelir. Bunlar yaşayan şahsiyetlerdir, fakat dışarıdan bir kimse onların ilâhî görevlerini bilmez. Bizim sıradan bir insan diye gördüğümüz bir kimse pekâlâ zamanın "kutb"u olabilir. Kutb ve onunla birlikte giden merâtibin îsmailîye mezhebinden tasavvufa geçmiş olduğu hakkında genel bir kanaat vardır.
   Açıkça şiîlerin imamet telâkkilerini aksettiren bu doktrin, sünnî müslüman kitleleri arasında da çok yaygındır. O kadar ki, tasavvufla pek ilgisi bulunmayan kimseler bile, kaynağından hiç haberdar olmaksızın, böyle bir velîler hiyerarşisinin varlığına inanmışlardır. Böylece kutb telâkkisi müslümanlar arasında en çok rastlanan hurafelerden biri hâlinde yaşamaktadır.
Velilik doktrini üzerindeki başlıca ihtilâf velî ile peygamber (nebî) arasındaki münâsebettir, ki bundan daha önce bahsetmiştik. Sünnî sûfîler velî'yi genellikle Peygamber'in üstünde görmezler; yine sünnî sûfîlere göre, velîlerin kerametleri tabiat kanunlarına esasta aykırı değildir, fakat sâdece bunların oluşu olağanüstüdür: meselâ bir şeyi dua kuvveti ile yapabilirler. Peygamberlerin mucizeleri ise hiçten birşey meydana getirme veya bir şeyin aslî tabiatini değiştirme gibidir9. Peygamberler din tebliğcisi oldukları için bu olağanüstü kuvvetlerini açıkça gösterirler, zira halkı kendilerine inandırmak zorundadırlar. Velîlerin böyle bir vazifesi olmadığı için onlar kerametlerini saklamalıdırlar.
   Sûfî doktrininde keramet velînin aslî özelliği değildir; tam tersine, Allah'a olan yakınlığı dolayısiyle kendisine bağışlanmış bir lütûftur. Fakat gerçek hayatta keramet bir velînin ayırdedici vasfı olarak görülmüş ve velî denince hemen dâima keramet sahipleri anlaşılmıştır. Müslüman Türkler arasında en popüler yazılı ve sözlü edebiyat örnekleri evliya menkıbeleridir ve bunlarda velînin çeşitli kerametleri anlatılır.

 

 Evliya kerametlerini inanılmaz bulanlar bir noktaya bilhassa dikkat etmelidirler. Evliya menkıbeleri tasavvufta -hattâ bütün din hayatında- çok önemli bir yer tutar ve bu menkıbeler kerametlerle doludur. Bir kimse meselenin keramet tarafına bakarak -şimdi pek-çok aydının yaptığı gibi- bütün bunların hurafeden ibaret bulunduğunu söylemekle büyük bir hatâya düşmüş olur. İslâm dünyası da dâhil olmak üzere Doğu'da bir hikâyenin vukuundaki sıhhat dâima ikinci plânda düşünülen, hattâ bazan hiç dikkat edilmeyen birşeydir. Burada hâdisenin objektif şartlara uygunluğu önemli değildir, çünkü anlatılmak istenen şey objektif olay değildir. Hiçbir evliya menkıbesi bir olayı ifâde etmek üzere anlatılmaz. Olay, orada belirtilmek istenen ahlâkî muhteva için bir kılıftır ve bu kılıfın kültürde geçerli olan şeylerden seçilmesi pek tabiîdir. Biz bugün aynı gerçekleri anlatmak istediğimiz zaman akıl-dışı olayları kullanmıyoruz, fakat onları kullananların asıl maksatlarının bizimkinden hiç de farklı olmadığım hesaba katmalıyız.
   Sûfî doktrinindeki bu inanışların maddî bir teşkilât varlığına bürünmesi tarîkatleri doğurmuştur. Tarîkatlerin ortaya çıkışı başlangıçta tabiî olarak bir araya gelmiş insanların, daha sonra yarı-şeklî bir organizasyon kazanmaları halinde görünmektedir. Tarikat kurucularının çoğu kendi hayatları içinde bir teşkilâtlı birlik meydana getirmiş değillerdir. Bu teşkilâtlar çoğunlukla tarikatın piri sayılan şahsiyetin ölümünden sonra müridleri veya kendi yerlerine geçen kimse tarafından kurulmuş, zamanla bütün organizasyonlarda görüldüğü şekilde gelenekleri teşekkül etmiştir. Böyle bir teşkilâtlanma şeyhin ölümü üzerine taraftarlarının birarada kalabilmek istek ve ihtiyacından doğmaktadır. Şeyh hayatta iken onun şahsiyeti grubu ayakta tutmaya yeter; esasen müridlerin bir araya gelmesinin sebebi de şeyhin varlığıdır.
   Şeyhlerin en önemli özelliği çevrelerinde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve ona bir alternatif göstermeleridir. Şeyhin itirazı dine değil, fakat dinin belli yorumlarına karşıdır. Bunların gayesi dinin "esası" veya "özü" dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmaktır. Başlangıçta çoğunlukla din konularında halka hitap etmeye müsait işlerde çalıştıkları görülüyor: bâzıları vaiz, bâzıları müderris vb.lerdir. İlk devirlerin büyük mutasavvıfları sonraki tarihlerde zahir ulemâsı dedikleri, kimselerin işgal ettiği mevkilerde bulunarak fikirlerini neşretmişler, ancak daha sonra cemaatin çoğunluğunun görüşlerine aykırı düşünce kamu görevlerinden ayrılmışlardır. Bunların geniş kitleden ayrı bir cemaat teşkil etmeleri için sâdece ondan farklı düşünmeleri yetmez. Bütün tarikat şeyhleri dâima kendi çevrelerinde gördüklerinden daha yoğun, daha heyecan verici bir din hayatı yaşayan insanlardır.
   Tarîkatlerin ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yansında görülüyor. Başlangıçta büyük mutasavvıfların etrafında toplanmak dolayısiyle biraraya gelen kimselerin ilk defa ne zaman ve nerede devamlı bir ikamet yeri (tekke, hankah, dergâh) kurduklarını bilmiyoruz. Bu şekilde teşkilâtlanmanın daha önce hıristiyanlarda, onlardan önce Mitra dininde, Eski Mısır'da ün. örneklerine rastlıyoruz. İlk sûfî hankahlarının Hıristiyan manastırlarından etkilenmiş olması mümkündür, fakat sûfî tekkeleri tamamen farklı çizgiler boyunca gelişmiştir.
   Sûfî tekkelerini hıristiyan manastırlarından ayıran en büyük fark bunların dünya hayatına kapalı olmayışlarıdır. Tarîkatlerin onikinci yüzyıla kadarki gelişmesinde dikkati çeken iki husustan biri dervişlerin serbest meslek veya idarî görevlerin - çoğunlukla- dışında kalmaları, ikincisi de bu uzaklaşmayı tam bir uzlet veya tarik-i dünya mesleği haline getirmeyip halkın içinde dolaşarak bir çeşit irşâd ve uyarma görevi yapmalarıdır. Bu ikinci noktaya hıristiyan tarîkatlerinde rastlanmaz. Dervişlerin fonksiyonları esas itibariyle dinin adalet, yardım, şefkat vb. gibi ahlâkî emirleri konusunda hem halkı, hem idarecileri ve ulemâyı devamlı olarak uyarmaktı. Bunların şikâyetleri bir bakıma halkın şikâyeti mânâsına geldiği için, iktidar sahipleri genellikle dervişlerle hoş geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat onların şikâyetlerinin müeyyidesi çok önemliydi ve bu müeyyide âdeta dervişlerin imtiyazına verilmiş gibiydi. Ümerâ (beyler, idareciler)nın görevi dünya işleriyle uğraşmaktı ve bunlar dini değil dünyayı temsil ediyorlardı; ulemâ ise büyük çoğunluğuyla fıkıh âlimlerinden müteşekkildi ve onlar da hukukçu olmak itibariyle dünyevî muamelelere dalmışlardı. Bunların dışında asıl ebedî âlemi, Tanrı'nın ceza ve mükâfatını insanlara tebliğle görevli olanlar sanki dervişlerdi.
   İslâm cemiyetinde dünya ile âhiretin bu kadar yan-yana ve içice olmasının en önemli sebeplerinden biri de herhalde dervişlerin propagandasının tesiridir. Bu adamlar yüzlerce yıl müslümanların uyanık vicdanı gibi dâima âhireti, Tanrı'yı, dünyanın ötesindeki gerçek âlemi hatırlatmışlardır. Kapımızı çalan adam pek âlâ Hızır aleyhisselâm olabilir; karşılaştığımız, görüştüğümüz insanlar arasında kimlerin velî olduklarını hiç bilemeyiz. Tanrı her an yanıbaşımızda, her an bizimle meşguldür.
   Ulemânın kitaba, şeyhlerin ise kalplerine başvurmaları tatbikatta önemli farklılaşmalara yol açmıştır. Medresenin baskısının kuvvetle hissedildiği yerlerde kaynağını oradan alan entellektüel bir kontrol gücü tarîkatler üzerinde de son derece müessir olmuş bulunuyor. Bu yüzden kültür merkezi olan büyük şehirlerde tekke ile medrese birbirine oldukça yakın olmuştur. Fakat böyle bir kontrolün bulunmadığı yerlerde tekkelerin her türlü bâtıl itikad ve putperestlik unsurlarıyla dolduğu görülüyor. Kuzey Afrika tarîkatlerinin dejenere olmasının en büyük sebebi, kitabın standartları yerine kalbin semboller dünyasını hâkim kılmalarıdır. Kalbin dünyasının kitabınkinden çok geniş olduğu muhakkaktır, ama onun kapılarının doğru kadar yanlışa da ayni derecede açık bulunduğu unutulmamalıdır.
   Fakat şurasını dâima hatırda tutmak gerekir ki, şeyhlerin ulemâdan ayrılmaları sâdece aradaki bir doktrin ihtilâfından ibaret kalmamıştır. İslâm devletleri şeriati uygulamakla görevli hükmî şahsiyetler olmak itibariyle dâima ulemâ ile işbirliği yapmak mecburiyetinde kalmışlar, bu ise ulemânın zaman zaman "sevimsiz" rejimlerin destekçisi gibi görünmesine yol açmıştır. Halkın devletle çatışma halinde olduğu zamanlarda kanun -koyucuların ve uygulayıcıların hep ayni antipati çerçevesine sokulduklarını hepimiz biliriz. Hele kanunların ve nizamların objektif, umûmî olmaları, yani her husûsî hal için ayrı karar verilmediği gözönüne alınacak olursa, bazı ferdî vak'alarda insanların adalet duygularının nasıl rencide olduğu her zaman görülen şeylerdir. Bu gibi hallerde kanunun soğuk ve kuru hükmüne karşı kalbin sıcaklığı hâkim olur, işte tarîkatler devlet gücü karşısında kendilerini mağdur ve güçsüz görenlerin sığındığı yerler olmuştur. Ulemâ kanundan başka hiçbirşey tanımayan asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratırken, tarikat şeyhi baba şefkatinin sembolü olabilmektedir, çünkü o "müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış" prensibinin temsilcisidir.
   Tarîkatlerin, içinde bulundukları cemiyetin tipine göre bir sosyal fonksiyon icra ettikleri muhakkaktır. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık zamanlarında mensuplarının manevî ihtiyaçları yanında siyasî ve sosyal ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyorlar. Cemiyetin bir bütün olarak huzur ve sükûna kavuştuğu zamanlarda ise onların zamanımızdaki kulüplere benzer bir fonksiyon kazandıklarını görüyoruz. Tekke müdavimlerinin çoğunlukla gençlerden oluşması da bunun bir delilidir. Böyle zamanlarda tekkeler gençlerin sosyal terbiye görmelerini sağlayan en önemli müessese olmuşlardır. Bugünkü tâbirle "sosyalleşme" dediğimiz şey, yani yeni nesillere cemiyetin davranış normlarını yerleştirme işi, tarikatlerin âdeta ihtisas sahası haline gelmiştir. Özellikle yaş hiyerarşisinin ve hayat tecrübesinin çok önemli sayıldığı geleneksel cemiyet tipinde büyüklerden küçüklere intikal eden muaşeret mirası tarikat bünyesi içinde çok iyi aktarılıyordu.
   Tarîkatlerin birçoğunda ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozulma, cemiyetteki genel bozulmanın tasavvuf sahasına da aksetmesinden başka birşey değildir. Özünde serbest ferdî tecrübeyi esas alan bir "yol" un giderek bir devlet dâiresi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla geçinen birer memur durumuna düşmeleri, hareketi besleyen kültür canlılığının sönmesine neden olmuştur.

    -Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
 

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol