TASAVVUFUN MENŞEİ
Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının
yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği
gibi tasavvufî yaşantı Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra
başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile
ortaya çıkmıştır.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şeriflerdir. Asr-ı
saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan
zümre yoktu. Sufilik yaşanırdı, fakat adı yoktu.
Tasavvuf ilminin müslümanlar arasında zuhuru, hicri
ikinci asrın ortalarına doğrudur.
Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından
sayılan "Nefehâtül-Üns" ün beyanına göre, sofi ismi
verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan
Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle
şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine
sofi ismi verdiği rivayet edilmektedir.
Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: "Ben Ebu Hâşim'i
görmeden önce sofinin ne olduğunu bilmiyordum"
demiştir".
Sofi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime
"Tâbiîn" devrinde söylenmeğe başladı.
Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı
kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Her biri
ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı
ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ
etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha
fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem
veriyordu.
Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a
yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tabiîn"
denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i
tabiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, eri hayırlı insanlar
olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz
zamanında bütün müslümanlar o'nun sohbetlerinde feyz
aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti.
Hazret-i Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem
efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu
feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada
müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, birtakım bâtıl
fikirler İslâm camiası içersine sokulup yayılmağa
başladı, işte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller
işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi
bağlılıklarında, zühd ü takvada ileri giderek, uzlet ve
vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefisleri için birtakım
zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde
hareket eden kimselere "sofiyye" denmeğe başlandı.
İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış
değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi
yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler
daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu
bilmiyordu, amma yaşıyordu. Peygamber Efendimizin
sohbetinde kendilerine icabeden herşey veriliyordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin
aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu.
Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi
kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu.
Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; "Seninle
beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil:
20) âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla
ibadetleriyle seçilmişlerdi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan
tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek
canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde
gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın
ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise
tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya
başlamıştır.
Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana
getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl
ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan
meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde
beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan
bir ilim haline geldi.
İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve
zâhidliğe vakfedenlere "zâhid, âbid" gibi isimler
verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sülük etmiş
kimselere "sofi" denmeye başlandı.
Söfiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır
:
a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir
ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.
b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs,
bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade
için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade
zevken anlaşılabilen bu haller için"Men lem yezuk lem
ya'rif" yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i
Mevlâna'ya "Âşıklık nedir?" diye sordukları vakit:
"Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.
Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller
için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş
oldu.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve
bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu
ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşu gibi bâtınî bir
şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun
mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından
toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile
anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını
Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi
kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise
sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra
çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir.
Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en
güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.
-Bu
yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
|