GÜNÜMÜZDE TASAVVUFA
İLGİNİN NEDENİ
Memleketimizde
dindar çevreler üzerinde yapılacak en basit bir müşahede
bile çeşitli yönleriyle tasavvufun ne kadar yaygın bir
ilgi konusu olduğunu göstermeye yetecektir. Ancak bunun
sâdece dindar çevrelerin kendi içlerinde bir ilgi
kaymasından ibaret olduğu zannedilmemelidir. Türkiye'de
İslâmiyet'e karşı bütün kesimlerde bir ilgi vardır ve bu
ilgi esas itibariyle tasavvuf kanalıyla olmaktadır.
Başka bir ifâde ile, İslâm gerek doktrin, gerek ideoloji
olarak, gitgide daha çok sayıda insanın zihnini meşgul
etmektedir.
Tasavvuf,
geniş mânâda bir mistisizm hareketi olarak, bütün mistik
cereyanların genel karakterini taşır. Mistik düşünce her
zaman var olmakla birlikte bunun bütün bir cemiyeti
saran sosyal bir karakter kazanması, yani bir cereyan
halini alması tarihin belli zamanlarında görülmektedir,
ve bu belli zamanlar dinin canlanma zamanlarıdır.
İnsanların dünyaya din açısından bir mânâ vermeleri ve
hayatlarını dine göre düzenlemeleri, mantık gereği, dinî
olmayan bir mânâ sisteminden memnun kalmadıklarını
gösterir. Dinin canlanması için bir önceki mânâ
sisteminin sâdece dinî olmayışı değil, dinin
getireceklerine hemen hemen zıt bir hayâtı temsil etmesi
gerekir. İnsanlar ya dinsiz iken dindar olurlar, veya
kendi dinlerinin eksik, kusurlu olduğu bazı önemli
noktalarda tatmin sağlayan bir başka din anlayışını
kabul ederler.
Türkiye'de
İslâm'ın sahip olduğu akıl almaz yaşama gücü, onda yeni
bir canlanma yarattı. Bu yeni hareketin bütünüyle klâsik
tasavvuf hareketini devam ettirmesi veya onu davet
etmesi şart değildir. Nitekim bugünün genç müslüman
kitlesi içinde pekçokları "sülük" sahibi değillerdir,
ama hepsinin din anlayışında velîlerin ilhamını
görüyoruz.
Tasavvuf
denince derhal tarîkatler akla geldiği için, bugünkü
tasavvufî din anlayışının yaygınlığı ve derinliği ilk
bakışta belki farkedilmeyebilir. Gerçekten, şu anda
İslâmî hareketin büyük bir mâkes bulduğu genç kitle
arasında sülük geleneğini takip edenler oldukça azdır,
esasen bunların girebilecekleri cinsten yerlerin mevcut
bulunmadığını farzedebiliriz. Maamafih bu imkânın açık
ve müsait olduğu hallerde kalabalık genç gruplarının
irşada âdeta susamış olduklarını gösteren kuvvetli bir
temayül müşahede ediyoruz.
Bu
temayülün İslâm'ın tarihî seyri ve bugünkü meseleleri
bakımından çok iyi değerlendirilmesi ve üzerinde
titizlikle durulması gerektiği inancındayız.
Unutmamalıyız ki İslâmiyet, müslümanların bir cemaat
olarak refah ve saadet bulmaları için yol gösteren bir
sistemdir. İslam da Allah ile kul arasında aracı yoktur,
fakat bu demek değildir ki her ferd kendi başına bir din
hayâtı yaşayabilir ve Allah'a tek başına yönelmekle
kulluk görevini yapmış olur.
Tasavvuf
hareketleri çoklarının zannettiği gibi İslâm cemaatının
sefalete veya ahlâkî gevşekliğe düşmeşinde sebep
değildir, daha ziyâde böyle hallere bir tepki olarak
doğmuş veya kuvvetlenmiştir. Bugünkü gelişmenin eskilere
nisbetle bazı önemli farklar taşıdığını da gözden
kaçırmamalıyız. Gençler arasındaki tasavvuf temayülü
menşe itibariyle reformcu motivlere dayanmaktadır.
Bunlar İslâmiyet'i kendi nefslerini selâmete çıkaracak
bir cankurtaran simidi gibi değil, fakat sosyal
ideallerini gerçekleştirebilecek olan bir rehber olarak
görmektedirler. Nitekim yola girerken daha önce teşekkül
etmiş olan gruplarını bozmamaları ve yeni istikametleri
içinde toplu halde hareket etmeleri de bunu gösteriyor.
Ayrıca,
günümüzde teşkilâtlı tasavvufun eskiden kalma bazı
örnekleri devam etmekle birlikte, bugünkü tasavvuf
anlayışında eskiye kıyasla önemli farkların doğacağını
söyleyebiliriz. Herhalde mazideki tasavvuf
hareketlerinin en göze batan özelliklerinden birçoğu,
meselâ aşırı perhizkârlık, inziva, şeyhe hizmet ilh.,
bugün için söz konusu değildir. Yine mazide teşkilâtlı
tasavvufun önemli taraflarından biri olan birçok bâtıl
itikadlar -şeyhlere atfedilen ve hiçbir dinî mânâsı
olmayan türlü kerametler, ve bunların âdeta ayrılmaz
parçaları olan çeşitli hurafeler- günümüzün insanları
için eski önemini ve inandırıcılığını büyük ölçüde
kaybetmiş bulunmaktadır.
Sosyal
reformcu için tasavvuftan gelecek bir yardım olmadığına
göre, reform gayretiyle hareket edenlerin tasavvufa
meyil göstermeleri nasıl açıklanabilir? Bizim
kanaatimizce bu ilgi, dinin fazla formalist görünmesi ve
manevî ihtiyaçlara âdeta kapalı bir hâle sokulmuş olması
yüzündendir. Binâenaleyh tasavvufa meyleden genç, İslâm
dini içinde kendine özel bir yer seçmiş değildir,
doğrudan doğruya böyle bir din anlayışı içindedir. İşte
bu noktada yeni tasavvuf hareketinin eski kusurlardan
uzak kalabileceğine dâir bir başka ümit doğuyor. Bu ümit
aynı zamanda İslâm'da yüzlerce yıldır tartışılmış bir
mesele hakkında da bize ışık getirebilir. Bilindiği
gibi, tasavvufun dinde manevî (ruhî) yöne ağırlık vermek
ve dini daha derûnî, daha gönülden yaşamak üzere bir yol
teşkil ettiği savunulmuştur. Esasen onun tutunması ve
gelişmesi bu fonksiyonuna çok bağlıdır. Fakat aynı
zamanda mutasavvıfların en büyük iddiaları, kendilerinin
tamamen Kur'ân ve Sünnet'e uygun hareket etmiş olmaları,
yani Kur'ân ve Sünnet'te tasavvufî unsurların
bulunduğudur.
Yine
de manevî rabıta yoluyla bir din hayâtı yaşamak
isteyenler çıkabilir; bunlara engel olmaya kalkmanın bir
tesiri olacağını da zannetmiyoruz. Fakat bir yol
ayırımında açık-seçik bir tercih yapılması şarttır:
Cemiyet halinde İslâmî bir hayat mı yaşayacağız, yoksa
bir manevî, bir de maddî hayâtımız mı olacaktır?
İnandıklarımızla yaptıklarımızın birbirini tutmasını mı
istiyoruz, yoksa sağ elimizle dünyaya, sol elimizle
Allah'a uzanabileceğimizi mi düşünüyoruz? İkinci yolu
tutarsak gündüz tefecilik yapıp gece ibâdet etmemiz veya
her türlü sefahati işlerken kalbimizin Allah'a dönük ve
saf olduğunu iddia etmemiz mümkündür.
Iztırâbı
ortadan kaldırmak için tedbirler alacak yerde, özümüzü
Hakk'a bağladıkça bunların hiç bir öneminin
bulunmadığını da düşünebiliriz. Bunu söylemekle geçmişte
tasavvuf yolunda olanların böyle yaptıklarını iddia edip
onları kötülemek niyetinde değiliz, sâdece din hayâtını
Allah'a yönelik bir şahsî ferdî nefis muhasebesi halinde
anlamanın insanı bu yola kolayca düşürebileceğini, en
azından bu yolu ona açık tutacağını belirtmek istiyoruz.
Birinci yolun tercih edilmesi ise, islâm'ın îmân ile
amel arasındaki beraberliğini kurmak mânâsına gelir,
insanın iki hayâtı yoktur; bir hayâtı vardır ve bu
hayatta inandıkları ile işlediklerinin bir bütün teşkil
etmesi gerekir. Kalbimiz temizdir diye evimizin
pisliğine göz yumamayız. Meselâ sûfî tarîkatlerinin
mâzîde birer terbiye müessesesi olarak önemli rol
oynadığını kimse inkâr edemez; fakat İslâm için önemli
olan, herkesin içtimaî terbiye kazanabilmesi için
gerekli müesseselerin kurulmasıdır; keza bu terbiyeyi
bozabilecek durumlara karşı yine sosyal plânda tedbirler
alınmasıdır. Sokağı temizlemediğimiz takdirde evde
verdiğimiz terbiye tesirsiz kaldığı gibi, cemiyeti
bırakıp fertleri -üstelik kendi ihtiyarlarına bırakarak
-düzeltmeye kalkmanın da pek az tesiri olabilir.
İslâm
tasavvufu, kaynağında ve seyri esnasında birtakım
yabancı tesirler almış olsa bile esas itibariyle İslâm
karakteri taşımaktadır. Bu haliyle tasavvuf bizim
medeniyetimizin çok kıymetli bir parçasını teşkil eder.
Fakat tasavvuf İslâm'ın genel doktrini içinde ayrı bir
başlık teşkil etmişse bunun geçmişin tarihî şartlarına
bağlı olduğunu ve kaynakta ayrılmanın bulunmadığını
kabul etmeliyiz. Müslümanlar bir mesele ile
karşılaştıkları zaman dinin kaynağı itibariyle
irrasyonel olan hükümlerinden hareket ederler, ama
bunlardan yeni hükümler çıkarırken dâima aklî (rasyonel)
metodlar kullanırlar. İslâm'da belli usûllerle -rey,
kıyas, istidlal ilh.- çıkarılan hükümler netice
itibariyle şahsî görüşleri aksettirdiği, yani doğrudan
doğruya Kitab ve Sünnet'i aksettirmediği için, bunların
da tıpkı mutasavvıfânın keşfi gibi sübjektif olduğu
söylenebilir. Fakat bu ikisi arasında çok önemli bir
farkın bulunduğunu unutmamalıyız. Şer'î ilimlerin metodu
aklî olduğu için onlara ait hükümlerin münâkaşası ve
kusurlarından arındırılması mümkündür; aklın kaideleri
herkes için -mutasavvıflar dâhil- aynidir, bu yüzden
akıl yoluyla çıkarılan hükümlerde insanların çoğu
-hareket noktaları ayni olanlar- birleşebilir.
Mutasavvıfânın keşfi için delil istendiğinde verilen
cevap bunu ancak ayni hali yaşayanın bilebileceğidir.
Bir benzetme yapacak olursak, şer'î ilimlerin yolu ile
tasavvufun yolu ilim ile sanat arasındaki farka benzer.
Gerçi ilim ile sanatın her ikisi de hakikati araştırmada
birbirini tamamlayan, yani ayni realiteye değişik
açılardan bakan yollardır, fakat bunlardan biri gerek
metodu gerek neticeleri bakımından umûmî ve objektif
esaslara dayanırken, diğeri hissî tecrübeyi kullanır. Bu
yüzden iki sanat eserinden hangisinin güzel olduğu
hakkında herkesin ittifak ettiği bir kriter bulmaya
âdeta imkân yoktur; buna karşılık iki ilim teorisinden
hangisinin daha açıklayıcı değeri olduğu kolayca
anlaşılır. Kaldı ki sûfîler hissî tecrübe yanında
otoriteyi -şeyhin veya tarikat pirinin- de
kullanmaktadırlar. Şer'î ilimlerde taklide akıl yoluyla
karşı çıkmak mümkündür, nitekim bunun pekçok örnekleri
görülmüştür. Lâkin sûfî yolunda nihâî hakem kalptir.
Hakikatte
bu söylediklerimiz konuya âşinâ olanların bilmedikleri
şeyler değildir. Benim bu vesile ile dikkatleri çekmek
istediğim nokta, İslâm'a karşı gelişen ilgi ve
bağlılığın verdiği muazzam potansiyeli heba etmemek
için, onu en çok ihtiyaç duyulan istikamete çevirmektir.
- Bu yazı
çeşlitli kaynaklardan derlenmiştir. |