TASAVVUFÎ DÜŞÜNCENİN DİNÎ
VE FİKRÎ TEMELLERİ
..::
1 ::..
İslâm,
müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere
dalmamalarını, âhirete ve mânevî değerlere öncelik
vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer
cehennemdir" (en-Nâziât 79/38). "Siz
dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha
hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A'lâ 87/16).
Tasavvufta dünya hayatına âhiret hayatı kadar veya daha
fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur'ân-ı Kerîm'de
ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. Allah
Teâlâ buyurur: "Dünya
hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir"
(Âl-i İmrân 3/185). "Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun
ve eğlencedir" (Muhammed 47/36). "Allah'ın vaadi
haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan
Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın" (Lokmân
31/33). "Dünya menfaati önemsizdir, takvâ
sahipleri için âhiret daha hayırlıdır" (en-Nisâ
4/77). "Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve
eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır" (Ankebût
29/64). "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir
eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha
çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır" (el-Hadîd
57/20). "Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür.
Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından
hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok
hayırlıdır" (el-Kehf 18/46).
Kur'ân-ı
Kerîm birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır:
"Onlara şunu misal ver: Dünya hayatı gökten
indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde
biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş,
rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın
gücü her şeyin üstündedir" (el-Kehf 18/45; Âl-i
İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20).
Kur'ân-ı
Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti istemelidir:
"Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla
veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir
şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz"
(eş-Şûrâ 42/20; elBakara 2/200; ÂI-i İmrân 3/145; Hûd
11/15). Kısaca
servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler
âhirette ve Allah katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisâ
4/94).
Hadîs-i
şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği
görülür: "Dünyada bir garip yada yolcu gibi yaşa,
kendini kabirde yatanlardan say" (Buhârî, "Rilcâk", 3;
Tirmizî, "Zühd", 25; İbn Mâce, "Zühd", 6). "Dünyaya
karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni
insanlar sever" (İbn Mâce, "Zühd", 1 )
"Kabirleri
ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, âhirete
ısındırır" (İbn Mâce, "Cenâiz", 47). Hz. Peygamber
dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel
tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır (Buhârî, "Rikâk",
3; Tirmizî, "Zühd", 25).
Hz.
Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun
olarak yaşamış; dünya malına tamah etmemiş, maddî
zevkler peşinde koşmamış, daima âhiret hayatına öncelik
vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur: "Uhud
dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan
ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla
yanımda kalmasını arzu etmezdim" (Buhârî, "Zekât", 4;
Müslim, "Zekât", 31).
Hz.
Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı.
Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf
arazisinden ibaretti (Buhârî, "vesâyâ", 1 ) .
Hz.
Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir
zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet
malları sebebiyle müslümanların elleri az çok
genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür
müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen
hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi
arasında bir tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzâb
33/28; Buhârî, "Tefsîr", 66; Müslim, "Talâk", 5).
Dünyayı
âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak
zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de
zâhid denir. Kur'an ve hadislerde zühde büyük önem
verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah,
ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd
tasavvufun temelidir.
Âhiretin
dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten
daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli
ve daha çok ibadet eder, hak hukuk gözetir, ahlâk
kurallarına bağlı kalır, haram ve helâli bilir. Böyle
bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok âhirete
önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii
bir sonucudur.
Yüce
Allah namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri farz
kılmıştır. Hz. Peygamber ise farz olan ibadetlerle
yetinilmemesini, nafile ve sünnet olanların da yerine
getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve
sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvâbin ve
tahiyyetü'l-mescid gibi diğer nâfile namazlar, receb ve
şâban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre
ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin
altına alarak Allah'a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve
nafile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşû ve
ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfiler özellikle farz
olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye
özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz.
İslâm'da
kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrâil Kur'ân-ı
Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir (el-Bakara
2/97; Şuarâ 26/194). Vahiy de ilham da kalbe gelir.
"Allah'ın huzuruna temiz (selim) bir kalple
çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur"
(eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33).
"Allah sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine
indirmiştir" (el-Feth 48/4). "Kalpler
Allah'ı zikretmekle itminan (huzur) bulur" (Yûnus
10/74). Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye
edilmiştir (bk. el-Ahzâb 33/41). Her şeyin temeli olan
iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün
ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte
gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması
oranında sevap verilir (Buhârî, "Îmân", 41; Müslim, "İmâret",
155).
Kur'an
kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp
ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı
olmayanları uyarır: "Dikkat edin, baştaki gözler
değil, göğüsteki kalpler kör olur" (el-Hac
22/46). Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden
Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin
bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş
şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış
şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini
kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer"
(bk. eş-Şems 91/9-10).
Bir
hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın bedeninde
bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi,
kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir" (Buhârî,
"Îmân", 39; Müslim, "Müsâkât", 107). Bir hadiste,
"Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Dârimî,
"Buyû"', 2; Müsned, IV, 228) denilerek vicdanın sesine
kulak verilmesi istenmiştir.
Hz.
Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan
şeydir" (Müsned, IV, 194, 228) buyurarak şüpheli
konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının
denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini
tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvâya büyük
önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ
buradadır" demişti (Müsned, V, 379).
Tasavvuf
bir kalp ilmidir. Sûfilere bu yüzden gönül ehli
denilmiştir. Tasavvufi düşünce Allah korkusu ve Allah
sevgisi temeline dayanır.
Allah
Korkusu. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde "havfullah
(mehâfetullah) ve haşyetullah" denilen Allah korkusu
üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve
başkalarına haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve
azabından korkmaları lâzımdır. Kur'an'da "Eğer
inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya lâyık olan
Allah'tır" (et-Tevbe 9/13; el-Ahzâb 33/37),
"Onlardan değil, benden korkun" (Âl-i
İmrân 3/175) buyurulur. Kişi insanlardan değil,
Allah'tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve
haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü
bilen Allah Teâlâ'nın işlenen kötülükleri cezasız
bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına
inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken
Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. Allah
Teâlâ böyle kullarını över: "Onlar Rablerinden
de, kötü azaptan da korkarlar" (er-Ra'd 13/28).
"Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar"
(et-Tevbe 9/18; el-Ahzâb 33/39).
Başta
peygamberler ve velîler olmak üzere bütün müminler
Allah'tan korkar. Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi
bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur
(Buhârî, "Edeb", 72; Müslim, "Fezâil", 35). Bir hadiste
de "Hikmetin başı Allah korkusudur" (Aclûnî, Keşfü'l-hafâ,
I, 421) buyurulmuştur. Allah'tan korkan başkasından
korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi
cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de
korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara
2/38, 62, 112, 262, 274, 277). İşte Allah'ın velî ve
ergin kulları bunlardır.
Allah
korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu
tasavvufun temel ilkelerinden biri haline
getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı
sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu
sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini
tamamlayan iki kavramdır.
Allah Sevgisi. Bu sevgi
İslâm'daki mânevî hayatın
temelidir. Bu temele dayanmayan
ibadet ve ahlâk gibi davranışlar
İslâm açısından bir anlam ifade
etmez. Bir mümin severek Allah'a
itaat ve ibadet ederse, onun
emirlerine ve yasaklarına uyarsa
bunun değeri vardır. Allah
Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan
Kur'an'ı ve resulü olan Hz.
Muhammed'i, onun dava
arkadaşları olan sahâbeyi de
sever. Kısaca Allah'ın sevdiği
herkesi ve her şeyi sever.
Kur'an'da
Allah sevgisi üzerinde önemle
durulur. Yüce Allah şöyle
buyurur: "İman edenlerin
Allah'a olan sevgileri ise çok
daha fazladır"
(el-Bakara 2/165). Şiddetli ve
çok sevgi aşk demektir. Bu âyet
başta olmak üzere birçok âyette
muhabbetullah denilen Allah
sevgisine ve ilâhî aşka işaret
edilir.
Bir
müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve
Allah yolunda mücadele etmeyi
babasından oğullarından,
kardeşlerinden, eşlerinden,
kabilesinden, servetinden,
ticaretinden ve meskeninden daha
çok sevmekle yükümlüdür. Eğer
daha çok sevmezse Kur'an'ın
ifadesiyle "Allah'ın
hükmü tecelli edene kadar
bekleyin, Allah günahkâr bir
toplumu hidayete erdirmez"
(et-Tevbe 9/24) tehdidine
muhatap olur. Bunun anlamı
şudur: Bir müslümanın Allah'ı,
Resulü'nü ve Allah yolunda
mücadele etmeyi yürekten sevmesi
ve bu sevgi ve isteğini her
zaman diğer şeylerden önde
tutması gerekir.
Hz.
Peygamber "Allah ve Resulü'nü
diğer şeylerden daha fazla
sevmeyen kimse imanın hazzına
eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey
Allah Resulü, Kendim hariç seni
herkesten ve her şeyden çok
seviyorum" demiş, Hz. Peygamber
de "Olmadı yâ Ömer!" demişti.
Hz. Ömer, "O halde seni
kendimden de çok seviyorum"
deyince Resûlullah "şimdi oldu
yâ Ömer!" buyurdu (Buhârî,
"Îmân", 9; Müslim, "Îmân", 15).
İslâm'da
Allah'la kulları arasındaki
sevgi karşılıklıdır. Allah
kullarını sever, kulları da onu
severler. Kur'an şöyle der:
"Ey iman edenler!
İçinizden her kim dininden
dönerse, Allah onların yerine
öyle bir kavim getirir ki Allah
onları sever, onlar da Allah'ı
severler" (el-Mâide
5/54). İslâm inancına göre Allah
Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani
mümin kullarını çok sever ve
onları dost edinir.
Kur'an'da
Allah'ın hangi kullarını sevdiği
şöyle açıklanır:
"Allah
âdil olanları sever"
(el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât
49/9). "Allah temiz
insanları sever"
(et-Tevbe 9/108; el-Bakara
2/222). "Allah takvâ
sahibi kullarını sever"
(Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4,
7). "Allah ihsan sahibi
dürüst kişileri sever"
(Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide
5/13, 93). "Allah
tevekkül ehlini sever"
(Âl-i İmrân 3/159).
"Allah sabırlıları sever"
(Âl-i İmrân 3/146).
"Allah tövbe edenleri sever"
(el-Bakara 2/222).
Yüce
Allah, Peygamberimiz'i herkesten
çok sevdiği için ona
"habîbullah" (Allah'ın
sevgilisi) denilmiştir (Tirmizî,
"Menâkıb", 1). Nitekim Hz.
İbrâhim için de "halîlullah"
(Allah'ın dostu) ifadesi
kullanılmıştır.
Burada
sözü edilen adalet (kıst,
vera'), temizlik, takvâ, ihsan,
tevekkül, sabır, tövbe
tasavvufun temel kavramlarıdır.
Sûfiler ve velîler Allah'ın
sevgili kulu olma mertebesine
ermek için bu hususları büyük
bir özenle gerçekleştirmeye
çalışır, ilâhî sevgiden mahrum
olmamak için bunların zıddı olan
hususlardan dikkatle kaçınırlar.
Çünkü Allah zâlimleri,
kafirleri, günahkârları,
kibirlileri, hâinleri,
bozguncuları, müsrifleri,
saldırganları sevmez (eş-Şûrâ
42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisâ
4/107, el-Hadîd 57/23, el-Hac
22/38, el-Mâide 5/64, el-A`râf
7/31, el-Mâide 5/87).
Seven
sevgilisine itaat eder, ona tâbi
olur, onu razı etmeye çalışır,
emirlerine uyar, onu darıltacak
davranışlardan sakınır. Kısaca
sevginin sonucu Allah'ın
emirlerine uymak, yasaklarından
kaçınmaktır.
Allah'ın
peygamberine uymak Allah'ın
sevgisini kazandırır. Onun için
yüce Allah buyurur: "Ya
Muhammed: De ki eğer Allah'ı
seviyorsanız bana tâbi olun ki O
da sizi sevsin"
(en-Nisâ 4/80).
Resûlullah'a
itaat Allah'a itaat demektir:
"Resülullah'a itaat eden
Allah'a itaat etmiştir"
(en-Nisâ 4/80).
Hz.
Peygamber, müminlerin Allah için
birbirini sevmeleri gerektiğini
önemle vurgulamıştır. Kutsî bir
hadiste, "Benim için birbirini
sevenleri sevmem vâciptir"
(Muvatta, "Şiir", 16; Müsned, V,
233) buyurulmuştur. Hz.
Peygamber, "Birbirinizi
sevmedikçe iman etmiş
olmazsınız" (Müslim, "Îmân", 93;
Ebû Dâvud, "Edeb", 131). "Bir
kimse kendisi için istediği bir
şeyi mümin kardeşi için
istemedikçe iman etmiş olmaz"
(Buhârî, "Îmân", 7) buyurarak bu
sevgi ile kâmil iman arasında
sıkı bir bağ bulunduğuna işaret
etmiştir.
İslâm,
müminleri sevgi ve dostluk
bağlarıyla birbirine bağlamış,
kaynaştırmış ve böylece fertleri
birbirine kenetlenmiş bir toplum
meydana getirmiştir. Sevgi bağı
hem müslümanları Allah'a ve
Resulü'ne, hem de birbirlerine
bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü
günlerde, mutlu ve sıkıntılı
zamanlarda daima bir arada
olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi
sevdiğinle beraberdir"
buyurmuştur (Buhârî, "Edeb", 69;
Müslim, "Birr", 165).
Bir
müslüman Allah'ın gazabına
uğramamak ve cehennem azabından
kurtulmak için yaratıcısına
ibadet eder. Bu amaçla ibadet
etmek câizdir. Genellikle halk,
özellikle zâhidler ve âbidler bu
maksatla ibadet ederler. Cennete
girmek ve oradaki nimetlerden
yararlanmak için Allah'a ibadet
ise evvelkine göre bir derece
daha üstündür. Fakat sırf
Allah'ın emrine uymak, rızâsını
kazanmak için Allah'a ibadet
etmek daha üstün bir mertebedir.
Bu ibadet sevgi temeline
dayanır. Sevenin sevgilisine
itaat etmesi türünden bir boyun
eğme ve emredileni gönül hoşluğu
ile yerine getirme halidir.
Peygamberlerin, sağ iken
cennetle müjdelenen on
sahâbenin, velîlerin ve
âbitlerin ibadetleri böyledir.
Râbia el-Adeviyye'nin dediği
gibi onlar cehennem ve cennet
olmasa da Allah'a ibadet eder,
ona itaati canlarına minnet
bilirler.
Nitekim
bu konudaki hadislerden birinde,
"Suhayb, Allah'ın ne hoş bir
kuludur ki ondan korkusu olmasa
bile günah işlemez", diğerinde,
"Ebü Huzeyfe'nin âzatlası Sâlim,
Allah'a âşık olduğundan O'ndan
korkmasa bile günah işlemez"
(Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 323)
buyurulmuştur.
Tasavvufta
hedef bir müslümanın gönüllü
olarak ve seve seve Allah'a
ibadet etmesini sağlamaktır. Bu
mertebede ibadet insana zor
gelmez, tersine ona haz ve huzur
verir. İbadet halinde olmaması
ise onu rahatsız eder. Hz.
Peygamber zamanında var olan bu
anlayış ondan sonra gelişerek
devam etmiştir. Bu hareketin en
önemli temsilcisi hicrî II.
(VIII.) asrın ikinci yarısında
yetişmiş olan ünlü sûfi Râbia
el-Adeviyye'dir (ö. 185/801 ) .
Bu tarihten sonra bu anlayışın
yaygınlaşarak ve gelişerek devam
etmesi tasavvufun İslâmî bir
hareket olarak ortaya çıkmasına
sebep olan faktörlerin başında
gelir. Zühd ile tasavvuf
arasındaki en önemli fark zühdde
korku, tasavvufta sevgi
unsurunun ağır basmasıdır. Zühd
hareketinde korku sevgiyi,
tasavvuf hareketinde ise sevgi
korkuyu kapsar. Zühd âhirette
kurtuluşu amaçlayan nisbeten
özel bir mânevî hal, tasavvuf
ise bu hayata dayanan ama daha
çok Allah'ın rızâsını ve
sevgisini kazanmayı amaçlayan
daha kapsamlı mânevî hayattır.
Tasavvufta
Allah sevgisinin ne kadar önemli
olduğunu göstermek için
sûfilerin üzerinde özenle
durdukları ve önemle
açıkladıkları şu hadîs-i şerife
bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste
şöyle buyurulmuştur: "Kulum farz
ibadetlerle yaklaştığı kadar
başka hiçbir şeyle bana
yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle
de bana yaklaşır. O kadar çok
yaklaşır ki ben onun gören gözü,
işiten kulağı, tutan eli,
yürüyen ayağı olurum. Artık o
benimle görür, benimle işitir,
benimle tutar, benimle yürür.
Böyle bir kul bana sığınırsa onu
korurum, benden bir şey isterse
dileğini yerine getiririm"
(Buhârî, "Rikâk", 38).
Tasavvuf
kulun Allah'a yaklaşması ve
0'nunla böyle bir mânevî ilişki
kurmasıdır. Allah kuluna şah
damarından daha yakındır (Kâf
50/16). Allah'ın bir ismi
"el-karîb"dir. Yani o her zaman
herkese yakındır. Fakat sevdiği
kullarına özel bir anlamda
yakındır. Allah'ın yakınlığını
kazanan insanlara mukarreb denir
(el-Vâkıa 56/88-89).
Müslümanların
iman ve ibadet itibariyle
çeşitli dereceleri vardır. Bir
hadiste imanın altı, İslâm'ın
beş şartı sayıldıktan sonra en
büyük mertebe olan ihsan şöyle
tarif edilmiştir:
"İhsan,
Allah'a, onu görüyormuşsun gibi
ibadet etmektir, her ne kadar
sen O'nu görmüyorsan da O seni
görmektedir" (Buhârî, "Îmân",
37; Müslim, "Îmân", 57).
Kur'ân-ı Kerîm'de,
"İhsan üzerine olunuz, Allah
ihsan üzere olanları sever"
(el-Bakara 2/195; el-Mâide 93)
buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu
hadisten İslâm'ın üç mertebesi
olduğu sonucunu çıkarmışlardır.
Bunlar sırasıyla İslâm, iman ve
ihsan mertebeleridir. İslâm
zâhir, iman zâhir ve bâtındır.
İhsan ise zâhir ve bâtının
hakikatidir. İslâm'da bilgi
amelle, amel ihlâsla, ihlâs da
Allah'ın rızâsını taleple kemale
erer. Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç
mertebenin başka bir ifadesidir.
Müminler
ilim, amel ve mertebe itibariyle
birbirinden farklıdırlar.
Nitekim Kur'an'da şöyle
buyurulur: "Kendilerine
ilim verilenler derece
derecedir". "Amel edenlerin de
mertebeleri vardır".
"Bakın nasıl bazısını
diğer bazılarına üstün kıldık"
(el-Mücâdele 58/11; el-Ahkâf
46/19; el-İsrâ 17/21).
- Bu yazı www.kubacami.org
adlı internet adresinden
alınarak düzenlenmiştir. |
|
|
|